31 Ekim 2011

.iyi hissettirme şirketi


Rönesans mimarisinde yapılmış eski ve heybetli binanın kapısından içeri girdiğim zaman karımın zırvalarını dinleyip de buraya gelmiş olduğuma inanamıyordum fakat son zamanlarda yaşadığım talihsiz olayların gölgesinden doğan engelleyemediğim bir itkinin sanki beni ayaklarımdan sürüklermiş gibi buraya getirmesine de engel olamamıştım. Yağmurlu ve karanlık şehrin kalabalık bir caddesinin üzerindeki çarpık sokaklarından birinde olmasına rağmen eski binanın giriş kapısından geçtikten sonra çıktığım geniş zemin oldukça ferah ve aydınlıktı. Galerinin vitrin ve güvenlik bölümünün karşısındaki koyu mavi duvarın önü boyunca sıralanmış karşılama masaları olmasa kendimi geniş bir sergi galerisindeymiş gibi hissedebilirdim fakat İyi Hissettirme Şirketi’nden ilk içeri girdiğim zaman unuttuğumu sandığım bütün iyi hislerim dipsiz bir uçurumda son sürat düşmekteydi. Son zamanlarda uzun süredir kendimi iyi hissedebildiğim hiçbir anımı hatırlamıyordum ve etrafımdaki insanları da mutsuzluğumla huzursuz eder hale geldiğimi düşünen karımın zorlamalarıyla buranın yolunu tutmak zorunda kalmıştım. Bu şirketin moralimi yeniden yerine getiremeyeceğine dair kararlı bir inançlılıkla boş masalarda oturan görevlilerden birine doğru ilerledim.

Danışma masasının arkasında oturan sarışın ve sağlıklı görünümlü kadının üzerinde hosteslerin giysilerini andıran koyu mavi bir etek, koyu mavi bir yelek, koyu mavi çizgili beyaz bir gömlek, beyaz bir fular ve üzerinde İ.H.Ş. yazılı bir iğne olan koyu mavi bir şapka vardı. Masasına doğru yürürken gülümseyerek beni karşılamak için saygıya oturduğu yerden ayağa kalktı. Sanırım müşteriler tarafından daha net ve aydınlık görünebilmesi için tepedeki gizli bir spot onun üzerine çevrilmişti, üzerine vuran bu ışık yüzünden sürekli gözlerini kısarak konuşuyordu ve üzerindeki koyu mavi elbisenin etrafında uçuşan toz zerreleri bile ışık sayesinde rahatlıkla seçilebiliyordu.
            ‘İyi Hissettirme Şirketi’ne hoş geldiniz, bayım,’ dedi gülümseyerek. Tokalaşmak için uzattığı elini sıktım ve karşısındaki sandalyeye otururken, ‘Hoş bulduk.’ diye cevapladım.
            Sandalyesine oturup masanın üzerine koyduğu dirseklerini kırıp parmaklarını birbirine kenetledikten sonra köşeli yüzü söyleyeceklerimi dinlermiş gibi bir ifade takındı ve lafı uzatmasına fırsat bırakmadan,  ‘Ben…’ diye direkt konuya girdim. ‘Sanırım kendimi kötü hissediyorum…’
            Güven verici pozisyonunu bozmadan, ‘Sizi anlıyorum,’ dedi. ‘Bu konuda size yardımcı olacağımızdan ve en kısa sürede sizi yeniden mutlu bir hale getireceğimizden emin olabilirsiniz.’ Sonra sevgiyle gülümsedi.
            ‘Sorun şu ki, buraya karımın isteğiyle geldim.’ dedim ve ‘Aslında sizin moralimi düzeltebileceğinize de pek inanmıyorum.’ diye itiraf ettim.
            Yüzünde bir anlık şaşkınlık ifadesi belirdi sonra yeniden yumuşayıp ciddiyetle, ‘Bayım,’ dedi. ‘İyi Hissettirme Şirketi hizmet vermeye başladığı günden beri başvuran bütün hastalarını tedavi etmiştir.’ Söylediğinin önemini vurgulamak istercesine elini kaldırıp, ‘Bir hastamız bile bu binadan tedavi olmadan ayrılmamıştır.’ diye ekledi.
            ‘Ününüzün farkındayım,’ dedim. ‘Fakat iyileşebileceğime inanmıyorum.’
            ‘Bayım, size tek bir soru sorabilir miyim?’
            ‘Evet, buyurun.’
            ‘En kötü ruh halini 1 en iyi ruh halini 99 varsayalım, şu anki durumunuza kaç verirdiniz?’
            ‘Sanırım 5… ya da altı… taş çatlasa 7… bilemedin sekiz… ’
            ‘Anlıyorum, ama inanın bana düşündüğünüz kadar kötü durumda değilsiniz.’
‘Bunu nereden bilebilirsiniz?’
Birden sanki bir kafede sohbet ediyormuşuz gibi dostça bir tavır takınıp, ‘Bayım,’ dedi, ‘Sekiz senedir bu işi yapıyorum ve inanın bana sizden çok daha kötü insanlar gördüm.’ Cevap vermeme fırsat bırakmadan, ‘Size bir form vereceğim ve bu formdaki soruları cevaplayacaksınız, tedavinizin doğru olabilmesi için bütün sorulara dürüst bir şekilde cevap vermeniz çok önemli.’ diye devam etti ve koyu mavi masasının çekmecesinden koyu mavi bir form kağıdı çıkartıp koyu mavi kalemlikten üzerinde İ.H.Ş. yazan koyu mavi bir kalemle birlikte kağıdı bana uzatıp, ‘Sonra da size uygun olan tedavi paketlerinden birini seçeceğiz ve hemen tedavinize başlayacağız.’ diyerek bitirdi sözlerini.
            Kağıtla kalemi alırken, ‘Anladım,’ dedim ‘Şu sıralar işim dolayısı ile benim zamanım oldukça kısıtlı, yani bu günlerde hastaneye yatamam.’
Güven verici bir şekilde gözlerimin içine baktıktan sonra, ‘Sizi temin ederim, merak edilecek hiçbir şey yok.’ dedi. ‘Tedaviniz tahmin edeceğinizden çok daha kısa sürecek.’ Sonra çok önemli bir şeyi unutmuş gibi bir tavırla, ‘Kimlik kartınızı alabilir miyim?’ diye sordu.
Kartımı uzatırken, ‘Henüz tedavi olmak istediğimden emin değilim,’ dedim ve bilgisayarı işaret ederek, ‘Oraya beni kaydetmeyin.’ diye uyardım.
‘Kayıt için değil,’ dedi. ‘Biz müşterilerimizin kaydını tutmayız. Sadece tedavi ücretini ödeyebileceğinizden emin olmamız gerekiyor, bayım. Aksi halde tedaviye başlayamayız. Ben bilgilerinizi kontrol ederken siz de formu doldurun lütfen.’ Sonra yardım edermiş gibi gülümsedi ve ‘Ne de olsa pek fazla vaktiniz yok.’ diye ekledi.

Görevli bilgisayarda kayıtlarıma bakarken verdiği formu önümdeki koyu mavi sehpanın üzerine koyduktan sonra doldurmaya başladım. Birinci bölümde isim, adres gibi bilgiler isteniyordu, el çabukluğuyla bunları tamamladıktan sonra ikinci bölüme geçtim. İkinci bölümde ruh halimin şu an ne durumda olduğunu saptamak için sorulan test sorularını cevapladım. Dört sorudan oluşan testin dörder şıkkı olduğunu göz önüne alınca hangi tedavi paketine ihtiyacım olduğunu verdiğim üstün körü cevaplarla belirlenmiş olacağı sonucunu çıkardım çünkü İyi Hissettirme Şirketi’nin hastalarına sunduğu 4 çeşit tedavi paketi vardı ve test kağıdındaki cevaplara göre bunlardan birini seçiyorlardı. Oysa ben en azından tedavi öncesinde bir psikiyatrla konuşacağımı düşünmüştüm fakat binadan içeri girdikten sonra yaptığım bütün gözlemlerden İyi Hissettirme Şirketi’nin kusursuz kapitalist bir mantıkla işliyor olduğunu fark ederek hayal kırıklığı yaşasam da hastalara müşteri tedaviye ise paket program muamelesi yapılmasını kabullenmiştim, sonuçta yaşadığımız dünya böyle bir yerdi. Ruh bilimiyle ilgilenerek bozulmuş ruh sağlığını dört soruluk üstünkörü bir ankette belirleme yöntemini kullanarak bugüne kadar kendilerine tedavi olmak için gelen hastalarının tamamını nasıl tedavi edebildiklerini merak ediyordum ve sırf bu yüzden formun üçüncü kısmına geçerek doldurmaya devam ettim. Üçüncü kısım biraz garipti, tedavi sırasında olabilecek herhangi bir kaza, aksilik ya da ters giden bir olay için hastadan sorumluluğu kabul etmesi isteniyordu. Burası oldukça ilgimi çekmişti, demek ki tedavi –nasıl bir tedavi yöntemi uygulandığı şirketin sırrıydı ve tedavi olan hastalar kesinlikle bu süreci hatırlayamıyordu- sırasında tehlikeli yöntemler kullanılıyor fakat bunların ne olduğu açıklanmıyordu.

            Formu doldurup masanın üzerine bıraktım ve biraz etrafa bakındım. Giriş kapısının karşısındaki mavi duvar boyunca uzanan masalarda insanlar ve görevliler oturmuştu, kimileri kendi aralarında konuşuyor kimileri ise az önce yaptığım gibi kendilerine verilen formları dolduruyordu. Yan masadaki adam da formunu doldurup görevliye vermişti. Görevli kağıda bir göz gezdirdikten sonra adama 2 numaralı kapıyı işaret etti. Üzerinde devasa harflerle İYİ HİSSETTİRME ŞİRKETİ yazan mavi duvar boyunca sıralanan dört kapı vardı. Adam masadan kalkıp 2 numaralı kapıya doğru ilerlerken benimle ilgilenen görevli kimliğimi bana geri uzattı ve masanın üzerinde duran formu aldıktan sonra hızla göz gezdirdi, biraz düşünürmüş gibi yaptı ve ‘Size uygun olan tedavi için Mutluluk ve Enerji Paketi’ni satın almanız gerekiyor. Eğer ödemeyi hemen yaparsanız nakitte yüzde yirmi iki indirim, kredi kartına 6 ya da üzeri taksit imkanımız var. Tedavinize hemen başlayacağız…’ dedi.
            Burada, ‘Bakın,’ diyerek lafını kestim, ‘Ben hastaneye yatamam.’
            Gülümseyerek yüzüme baktı ve ‘Hastaneye yatmayacaksınız, bayım.’ dedi. ‘Tedaviniz sadece üç dakika sürecek… Ardından okyanus kenarındaki bir çocuk gibi mutlusunuz!’ Eliyle tedavi odalarının birinden gülümseyerek çıkan bir adamı işaret ederek, ‘Bakın, beş dakika sonra tıpkı o beyefendi gibi buradan mutlu bir şekilde ayrılacaksınız.’ dedi ve ben adama bakarken, ‘Ödemenizi nasıl yapacaksınız?’ diye ekledi.
            4 numaralı odanın kapısından çıkan mutlu adamı izlerken, ‘Nakit.’ diye mırıldandım.
            Cebimden karımın anarşistlerin devrimi sırasında polisler tarafından öldürülen annesinden kalan birkaç parça altını satarak –onları satmamasını söylediğimde, ‘senin sağlıklı ve huzurlu olman benim için paha biçilemez.’ demişti- bana verdiği paraları kadına uzattım. Parasal sıkıntıdan yok olmanın eşiğine gelmiş bankaları tercih etmeyişim yüzünden yapılan nakit indirimi sayesinde cebimde biraz para artmış olsa da böyle bir krizde eski model bir araba alabilecek kadar bir parayı ruh halimi düzeltmek için harcamış olduğuma inanamıyordum. Üstelik dünya tarihindeki en tehlikeli ve en sefil zamanlardan birinde yaşarken böylesine gereksiz bir masraf yapmak düpedüz ahmaklıktı. Bu kapitalist piç kurularına paramı nasıl kaptırdığımı düşünüp tedaviden vazgeçme kararı vereceğim sırada görevli kadın, ‘Lütfen tedavi odasına buyurun,’ dedi ve önünde duran bilgisayardan çıkardığı bir vizite kağıdını bana uzatıp önünde iki güvenlik görevlisinin beklediği 3 numaralı kapıyı işaret etti ve ‘Merak etmeyin,’ dedi. ‘Biraz sonra hiçbir şeyiniz kalmayacak, geçmiş olsun.’

Elimdeki vizite kağıdına bakarak sandalyemden kalkıp masanın yanından geçtikten sonra görevlinin bana gösterdiği kapının önüne doğru ilerlemeye başladım. Bir banka kasasını andıran tedavi odasının çift kanatlı kapısında bekleyen silahlı görevlilerin yanına vardıktan sonra onlara elimdeki kağıdı gösterdim. Gözlerinden biri mekanik olan görevli kapının üzerindeki butona elini uzattı ve lazer kilitli kapı ortadan iki yana açıldı. Tedavi odasından içeri girmeden önce diğer görevli usulca kolumdan tutup, ‘Bayım, tedavi sırasında lütfen sakinliğinizi koruyun, aksi giden bir şey olursa kırmızı butona basın.’ diye kibarca uyardı.
Görevliyi ‘Tamam,’ diye cevapladım ve içeri girdim.
Tek gözü mekanik olan gülümseyerek ‘Geçmiş olsun.’ dedikten sonra lazer kilidine elini yaklaştırıp kapıyı ardımdan kapadı.

            Yarıçapı en az on metre olan çember şeklindeki yüksek tavanlı tedavi odasının bütün duvarları bembeyazdı ve ilk basamağında durduğum merdivenler odayla birlikte dönüp yükselerek odanın merkezinde ve merdivenlerin tepesinde duran koltuğa varana dek çaplarını küçültüp yükselerek devam ediyordu, koltuk merdivenlerin tepesinde ve çemberden merkezin ortasında duruyordu. Etrafa bakınırken odanın içinde, ‘Lütfen koltuğa oturun,’ diye bir anons yankılandı. Koltuğa giden merdivenleri tırmanırken sesin nereden geldiğine ya da kameranın nerede olduğuna bakınsam da beyaz duvarlar beyaz tavan ve beyaz merdivenler dışında hiçbir detay göremedim. Koltuğun yanına vardım, siyah renkli tek kişilik deri bir koltuktu, sol tarafında kapıdaki görevlinin bahsettiği kırmızı buton vardı. Koltuğa oturdum, oldukça rahattı. Etraftaki ışıklar sönüverdi ve merdivenlerle tavan renk değiştirerek koyu mavi oldu, duvarlar hala beyazlığını koruyordu. Sessizliğin içinde kendimi oldukça gergin hissediyordum.
            …
            Çocukken ailemle birlikte okyanus kenarına giderdik, şnorkelimle dibe dalıp deniz kabukları toplar onları günlerce güneşin altında kuruttuktan sonra koklardım. Okyanus, taş, tuz ve biraz da leş kokardı. O taşları ve kabukları koklarken bir tarafım bu kokudan tiksinir bir tarafım ise bu kokuya bayılırdı. Kimyasal reaktörler patlamadan önce dünyada güneş ışıkları vardı, uzun süredir güneş ışıklarını anımsamamıştım, oysa doğduğum zaman hayat sadece geceden ibaret değildi. Çocukken dünya renkli, sıcak ve neşeli bir yerdi. Okyanus, kır evimiz, köpeğim Akıl, ilk sevgilim, doğum günü partim, okuldaki ilk günüm, ailecek gittiğimiz tatiller, bebekliğim, çocukluğum, ergenliğim, gençliğim ve olgunlaşmam. Bu güne gelinceye kadar beni hayata bağlayan bütün o parlak anılar ve tuzlu yosun kokusu…
‘Geçmiş olsun’ diyen bir kadın sesiyle gözlerimi açtım. Koltuktaydım, bir süredir uyuyor olmalıydım. Yanımda bir doktor duruyordu. ‘İyi misiniz?’ diye sordu.
            Kendime gelmeye çalışarak, ‘İyiyim,’ dedim ve etrafı net olarak göremediğim için ‘Neredeyim?’ diye sordum.
            Güven dolu bir ses, ‘İyi Hissettirme Şirketi’ndesiniz…’ diye yanıtladı beni.
            Koltuktan doğrulurken, ‘Ah, evet, hatırladım…’ diye mırıldandım.
            Doktor, ‘Tedaviniz başarıyla gerçekleşti.’ dedi ve gülümseyerek, ‘Bizi seçmiş olduğunuz için teşekkür ederiz.’ diye ekleyip sordu, ‘Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?’
            Görüşüm eski haline gelmişti, derin bir nefes aldıktan sonra hiç düşünmeden ‘Harikayım,’ dedim ve doktorla birlikte merdivenlerden tedavi odasının diğer tarafındaki çıkış kapısına doğru inmeye başladık. ‘Bana tam olarak ne yaptığınızı bilmiyorum ama uyanmadan önce çocukluğumdaki deniz kabuklarını hatırladım…’
            ‘…ve tabii güneş ışıkları…’ dedi kapının önüne varmış olan doktor.
            Şaşkınlıkla ona baktım, oldukça yorulmuş görülüyordu ‘Evet,’ dedim, ‘Fakat bunu nereden bildiniz?’
            Kapıyı açan lazer anahtara elini okuturken, ‘Üç numaralı tedavi paketi…’ diye mırıldandı kendi kendine, ‘Mutluluk ve Enerji…’
            Kapı açıldı, birlikte tedavi odasından çıktık. Kapıdaki görevlilerin yanından geçerken, ‘Bunu nasıl yaptığınızı anlayamadım…’ dedim doktora.
            Arkasını dönüp bana baktı ve gözlüklerinin üzerinden, ‘Neyi?’ diye sordu.
            ‘Tedaviyi.’ dedim, ‘Yani bana tam olarak ne yaptınız? Kendimi çok iyi hissediyorum fakat hiçbir şey hatırlamıyorum.’
            ‘Bakın,’ dedi ‘İyi Hissettirme Şirketi belleğinize mutlu bir geçmiş ve tabi bu geçmişle ilgili mutluluk verici yüzlerce yapay anı ekledi. Ayrıca beyniniz sürekli ve düzeyli bir şekilde endorfin sağlayacak hale getirildi, bilirsiniz, endorfin hormonu mutluluk verir. Bunlara ek olarak beyninizde pozitif düşünceler üretecek küçük değişiklikler yaptık ya da diğer bir deyişle düşünce kanallarınızı negatif frekansa kapadık.’
            ‘Anladım,’ dedim. ‘Şu anda kendimi gerçekten iyi hissediyorum. Böylesine berbat bir dünyada yaşayan insanların hayatlarını sürdürebilmeleri için onlara en fazla ihtiyaçları oldukları şeyi satıyorsunuz doğrusu.’ Muzipçe gülümsedim.
Doktor gülümsememe karşılık verdi, ‘Evet, böyle de diyebiliriz.’ dedi ve tokalaşmak için elini uzattı, elimi sıkarken ‘Geçmiş olsun.’ dedi ve sonra arkasını dönerek uzaklaştı. Gülümseyerek çıkış kapısına doğru yürüdüm, buraya geldiğime kesinlikle pişman değildim.  Belleğime taptaze anılarla dolu ferah bir geçmiş ekleterek sadece olumlu düşünmeye programlanmış bir şekilde o eski binadan kalabalık sokağa çıkıp metro istasyonuna doğru yürürken bir yandan deniz kabuklarının kokusunu duyumsuyor diğer yandan bu muhteşem hisleri bir an önce yaşaması için en kısa zamanda buraya getireceğim karımın tedavisi için gerekli parayı nereden bulacağımı düşünüyordum.


Finitto

.Aralık/09

28 Eylül 2011

.k.p/b- from 'b.5

...Şehrin sahillerindeki bütün balon, kapak, teneke, şişe ve hedef tahtası vuran havalı tabanca, tüfek ve ok kiralayıcılarının senin düşmanın oldukları kanlı bir çatışmanın hayalini kur. Sahildeki hangi kayanın daha keskin, hangilerinin üzerlerinde sekerek rahat yürünebilir, hangisinin üzerinde denizi seyredilerek içilir ya da hangisinin kuytusunda rahatça sevişilebilir olduğunu en az herhangi bir cinayet aleti tutmaya zorlanmış avuçlarının içleri gibi ezbere bilsen de silah, mermi, nişancılık, dikkat, ustalık, tecrübe ve balistik avantajları bariz şekilde rakiplerinin elinde. İçindeki hayatta kalma güdüsü kullanabileceğin en kuvvetli silahın; karşına çıkan her problem de çözümlemen gereken basit bir bulmaca, ne kadar büyük, zor ve karmaşık ise o kadar keyifli, eğlendirici ve zeka geliştirici. Beynimin derinliklerinde bana hayatta kalmamı salık veren sinyaller gönderen et ve kandan bir radar var, bu sinyaller vücudumun kalbimden gelen mesajlara göre davranmasına engel oluyor. İyiyle kötünün dengesi olayında çelişip duruyorum. Terli avuçlarımın tuttuğu direksiyondan kaldırdığım gözlerim arabanın dikiz aynasından kucağındaki kanlı itle birlikte arka koltukta oturan kan ve kusmuk suratlı kıza ve onun ardındaki içinde ölmek üzere olan bir polisin yattığı kapalı bagaj kapağına, arada da farların aydınlattığı karanlık yola bakıyor. Hislerimi ve vermem gereken kararları birbirine karıştırmamaya çalışıyorum, bunu denedikçe de her şey daha fazla karışıp belirsizleşiyor. Bulmaca içinden çıkılamaz bir hal aldığında umutsuzluğu geri plana iterek derin bir nefes alıp onu içimde tutuyorum. Pollyanna yanımda infaz sırası gelmiş bir mahkum kadar mutlu ve huzurlu kalır. Nefesimi yavaşça bırakıp yeni bir nefes alıyorum, bunu birkaç kez tekrarlıyorum. Kırmızı ışıkları yanıp sönen bir yaya geçidinde karşıdan karşıya geçen el ele tutuşmuş bir çifte yol vermek için yavaşlarken, zihnimde açtığım çözüm yolu kapılarından en makul olana odaklanarak doğru stratejiyi göndermesi için evrene pozitif bir sinyal gönderiyorum. Kendimi ne istersen o gerçekleşir, neyi düşünürsen onu görürsün tarzından düşüncelerin hepsine gözü kapalı halde inandırıyorum. Kişisel gelişim kitaplarının hepsi, çok azını okumuş olsam da özellikle evrenin çekim yasasıyla ilgili olanlar benim her kelimesine inandığım kutsal kitaplarım şimdi.  Hayatın akışı bulmacanın kolaylıkla keyif alarak üstesinden gelebilmem için yapmam gereken en akıllıca hamlenin ne olduğunu kısa süre içinde gönderecek. Enerjim ve evrenin işleyişi kusursuz bir uyum içinde çalışıyor. Her şey yolunda, hiçbir sıkıntı yok. Arka koltukta kanun kaçağı bir kız yok. O kızın kucağında silahımdan çıkan bir kurşunla yaralanmış bir köpek de yok. Bagajda vurup tekmeledikten sonra yarasına iki gram eroin bastığımız bir polis de yok. Bir tek ben ve yan koltuktaki kadim dostum, sadece ikimiz varız. İstanbul yok, Türkiye Avrupa Asya, diğer kıtalar ve denizler de yok. Dünya ve diğer gezegenler, uzay galaksi ve evren de yok. Yer çekimi ve hava da yok. Belki de hepsi öldüresiye şekilde bariz, hayatta kalmaya zorlayacak, hatta bunu yaparken de bundan tat almayı öğretecek kadar net bir şekilde var, bu kez de ben yokum, kadim dostum da yok. Bir süre sonra sona varacak bu durum şu an için bombok. Düşünmekten vazgeçmeyi düşünürken üzerinden geçtiğimiz çift yönlü caddenin çoğunun kepenkleri kapalı mağazaların önündeki kaldırımlarda gecenin karanlığında kimlikleri belirsiz birer siluet gibi belirip kaybolan tek tük insanlar; seyyar satıcılar, taksiciler, evsizler, alkolikler, akşamdan kalmalar, sokak çocukları, orospular, pezevenkler, polisler, sivil polisler, çöpçüler ve bütün gece yaşayıp gündüz uyuyanlar ön camın ardındaki kaldırımlardan tıpkı bir sinema filmi gibi belirip kayboluyorlar. Problemimi hemen çözmeye çalışmıyorum, zor ve eğlenceli olduğu için varabildiğim kadar tadını çıkarıyorum; mantıklı kararlar verip parçaları doğru yerlere oturtarak boşlukları dolduracağım, bulmacayı hazırlayan tanrı çözüm yollarını da gözlerimin önüne getirecek, görebilmek için hayatta kalma güdümü kullanacağım ve bütün parçalar yerli yerine oturduğunda da çözüme ulaşmanın tadını yaşayacağım. Hepsinin ardından da gönül rahatlığıyla,  ‘Sırada ne var?’ diye sorabilirim...



21 Ocak 2011

.dokuzCanlı

dört tarafı
telle çevrili
çöplüğünde
hayatta kalmayı
tecrübeleyen
şartlarla uzlaştığında
bunu beceren
bir sokak köpeğinin
tehlikeli bölgesine
merakından
yalnızlığından
korkaklığından
ve kancıklığından
dolayı usulca sızan,
başka bir sokak köpeği-
kuyruğunu havaya dikip
kokusunu belli ederek
diğer itin bölgesine
girdiğinde ve
işaretini bırakmak için
tel örgülerin diplerine
sıçıp işediğinde,
artık bu pis yerde
var olduğunu kendisinin de
kasıtlı ilan edince;
bir gece vaktinde
ya da bir gündüz düşünde
tasmasız iki özgür köpek
tüm hayvanların yaptığı gibi
birbirlerinin götünü kollamak için
birbirlerinin götünü koklayarak
sözleştiler aralarında karşılıklı
birkaç kez havlayarak.



yattılar kalktılar
uyuyup uyandılar
yediler içtiler
işediler sıçtılar,
kovalayıp kaçtılar
saldırdılar açtılar
birlikte bitlendiler
karanlık köşelerde
birlikte kapıştılar
tasmalı köpeklerle
çöplükteki kedileri
birlikte korkuttular
geçip giden arabaları
birlikte kovaladılar,
yıldızlı göğün altında
yan yana oturdular,
iki kuduz köpek
farkına bile varmadan
tenha bir çöplükte
aşkı buldular.



zaman akıp gitti
günler günleri devirdi
çöplükten ayak kesmeye başladı
dişi olan sokak iti,
onu beklerken sokak köpeği
kalın postunun altındaki
büyüyen yaralarını fark etti
yaladı yaralarını
düşünmeden acısını
kuru kan pıhtılarını
tükürüyle sıvılaştırdı
kanını akıtarak
etini kurcaladı
söktü derisinin
bütün kabuklarını
ve devrildiğinde yere
kan ve ahmaklık içinde
orada uzanıp
hareketsiz durdu
belki bir süre uyudu
belki bir süre başka bir evrene uçtu,
diğer köpek
neden zaman sonra
çöplüğün bir sotasında
onu bulduğunda
usta burnuyla
biraz kokladığında
kaçınılmaz bir intiharın
kokusunu alınca
birkaç adım uzaklaşıp
götünün üzerine oturdu,
o gece gökte dolunay vardı
çöplük her zamanki gibi
tekinsiz ve karanlıktı
dişi köpek
birkaç kez inler gibi
karanlığa doğru havladı
ve eğip boynunu
bacaklarının arasına
aldı kuyruğunu
bir zamanlar
geldiği kadar
temkinli adımlarla
ne o çöplüğe
ne diğer köpeğe
ne de o birlikteliğe
bir daha asla
geri dönmemek üzere
arazi olup
kendi kaderine doğru
usulca uzadı.


ertesi gün
terk edilerek
unutulan
yaralı köpek
en kısa sürede
ölmek istedi,
sonraki gün
çürümeye bırakılan
değersiz bir eşya misali
elden çıkarılan
yaralı köpek
yok olmayı diledi,
bir sonraki gün
öldü sanılan
bozuk bir para gibi
düşüncesizce harcanan
it oğlu it köpek
ölmeyi denedi ama
bunu bile beceremedi
günler kendini haftalara
haftalar aylara çevirdi
oyun devam etti
sadece karakterler değişti
ve bir gün parladı
gökte güneşin ışıkları,
köpek en asil tavrını takındı
dimdik ayağa kalkıp
güneşi selamladı
silkinerek attı
postundaki kanları
ve yeniden havlayıp
güneşe doğru
koşarak uzaklaştı…
artık bi köpek besliyorum
içimde,
tam şuramda,
heyecanlı;
tasmasız bi it büyütüyorum
üstelik dokuz canlı.



artık kan ter içinde uyandığında
herhangi bir gecenin ortasında
kalkıp kendi suyunu bardağa
kendin dolduracaksın,
konuşmak için ağzını açtığında
ölen bir karakterin son tiradı gibi
çıkardığın bütün fısıltıları
sadece sen duyacaksın,
şehrin çürüten kalabalığında
gözlerin adamını arandığında
sürekli yanılıp duracaksın;
rezalet herifler ile avunacaksın,
ve etrafını saran maskeli suratlara
kendine dair bir şeyler anlattığında
dışarıdan gelen ses seni bastırınca
volümsüz içine kapanacaksın.
sonra beni anımsadığında
her hangi bir hatıralara dalış zamanında
boğazında kalmışım gibi yutkunacaksın,
beni düşünmelerinden yarattığın enerji ile
sağ kulağımı çınlatacaksın,
son şekerini kaptırmış bir çocuk gibi
enayiliğine doymayacaksın.
artık cesaretin kaybolduğunda
bir umutsuzluk anında
senin gibi bir boka bulaşarak
senin gibi bir suça ortak olacak
senin gibi biri için engelleri aşarak
senin gibi birini yaşatmayı başaracak
birini bekleyerek
içecek
sıçacak
üzülecek
ağlayacak
zırlayacak
dibe vuracak
mutluluğa kart açacak
ama mutsuz olacaksın;
yaşlanıp buruşacak
çirkinleşip kilo alacak
daha fazla makyaj yapacak
tüm keyiflerinden bıkacaksın,
ve sevgisiz
kimsesiz
efendisiz
sahipsiz
ölmektense,
kendi
kafana
kendin
sıkacaksın.



çünkü öylece bitti her şey,
hiç yaşanmamış gibi bitti
uyuyormuş gibi
yorgunluktan ölmüş gibi
ilk gördüğü kuytuda bitti.
yavaşça,
süzülerek,
tüy gibi
ya da sert bir tokat gibi
beton gibi
kafaya bi tane sıkmak gibi
bitti.
arası yok evet arası yok,
orası da yok artık sana,
burası da yok.



.bitti




22.01.11-.kadıköy