24 Aralık 2010

.bana uçurumlardan bahsetme

.bir


sis nedeniyle
seferi iptal edilen
bir vapuru
kapalı iskelede
beklemek yerine
geçmek için
Marmara denizini
başka yollar aranırken
her seferinde
ayakkabılarımızın
altına serili
sokakları
ve caddeleriyle
şehir
çektiği emanetini
gırtlağımıza
yaslamasın diye
herkes gibi
hızlı hareket ediyoruz,
doğup
büyüdüğümüz
bu yerin
iki kıyısının
arasındaki denizin
üzerine serili
beyaz sisin ardındaki
düz çatılar
kiremitler
camiler
kiliseler
mahalleler
ve gökdelenlerle bezeli,
pusulanın tüm yönlerine
insan
eşya
silah
uyuşturucu
ya da
para edecek
herhangi bir objenin
ticaret yolu olan
on binler yaşındaki
bol limanlı
gri denizi
kıtalarının arasındaki
akıntılı sularında
köpüren dalgalarını
ayaklarımızın dibine
savurup
minarelerden ezan sesleri
okunmaya başladığında
sanki
bu iki yakalı
sonsuz
bucaksız
devasa şehir
oyun alanımızda takınmamız gereken ciddiyetle ilgili
bizi uyarıp
uyandırıyor
soğuk bir günde
kendimize getiriyor
baktığımızda
takvimlere
seni
bizi
ikimizi
hepimizi
bir şehir ki
kalabalık ve eski
bir şehir ki
planları harekete geçirecek kadar
etkili
canlı bi bomba kadar
parça tesirli.






.iki


‘yaptığın şey
bir uçurumdu’ dedin
bana uçurumlardan bahsetme.
uçurum derin
fırtına da gerçekti.
‘Allah kimseyi düşürmesin’
diye anılan
beton bloklardan
hastane binalarına
düşmüş
düşürülmüş
ölüler
yaralılar
hastalar
organlar
ilaç kutuları
hasta bakıcılar
ziyaret kartları
ambulans şoförleri
doktorlarla siren sesleri
kadar gerçekti,
ülke üzerindeki
kodeslerde yatarken
özgürlük düşleri kuran
tutuklularla
onların dışarıdaki ailelerine
bakmakla yükümlü olan
beyaz bi arabanın
torpidosuna zulalı
yeşil bi paketin
tek gecede dibine vurmak
boş alkol şişelerini
kaldırımlarda kırmak
yapıştırıcı solumak
kadar gerçekti,
öz torununu
taciz edip
70’lik aletini
gizli gizli
kaldırmaya uğraşan
ak sakallı bir dedenin
varlığından
haberdar olmak
ve sokakta yaşayan
vücudu façayla kaplı
13’lük bir velete
banyo yapması için
havlu uzatmak ve
bitik barların
tahta taburelerinde
vişneli votka içerek
sanattan dem vuran
şöhreti hayal ederek
kafasını bulan
biri yüzünden
bilek doğramak
kadar gerçekti,
sprey boyalar
duvar yazıları
ayrılık şarkıları
inşaatlar
otobanlar
istasyonlar
çakıl taşları
kesişmeler
çarpışmalar
sürtüşmeler
ruh arızaları
trafik kazaları
şehir ışıkları
metro hatları
metrobüs duraklarındaki
elektronik bilet yığınları
kelebek, sustalı
ve Bursa çeliği
mevzu bıçakları
yollar
duvarlar
yolculuklar
toplanmış çantalar
küfürlü tezahuratlar
küllükte
gebertilen
sigaralar
haberler
eylemler
mitingler
panzerler
molotoflar,
kör karanlıkta
atan şafaklar
kadar
gerçekti.

6 Eylül 2010

.beyaz yüzlü zenci çüklü

.1




Köpeğim Butch ile birlikte verandada oturmuş biramı yudumlayarak üzerine akşamın çöktüğü ormanı izleyip ağaçların arasından gelen rüzgarın ve yaprakların sesini dinliyordum. İstediğim hayata kavuşmuştum, kırın ortasında iki katlı ahşap bir ev, evin verandasında duran sallanan sandalye, kasabaya ve tepenin ardındaki göle gitmeme yarayan eski bir kamyonet, akıllı olduğu kadar da güçlü bir köpek olan Butch ve ara sıra sevişmek ve evin temizlik gibi bazı işlerini halletmek için uğrayan Aylin. Uzun süredir böyle bir hayatın hayalini kurmuş, şehirde dişimi sıkıp iki sene boyunca çalıştığım o boktan işten biraz para yaptıktan sonra internetteki bir ilandan bu evi bulmuş, ilk otobüsle bu ücra kasabaya gelip evini satma kararı veren yaşlı köylüyle sıkı bir pazarlık yaptıktan sonra evi ucuz fiyata kapatıp küçük bir tadilat yaparak içinde yaşanabilecek hale getirmiştim. Sonra şehre dönüp bütün eşyalarımı topladım, çalıştığım şirkete ve bankalara takabildiğim kadar para taktım, kredi kartlarımı kırıp kimliğimi yaktım, sevgilimi aradım ve cehenneme gitmesini söyledim sonra kendim de dahil geçmişe dair herkesi ve her şeyi ardımda bırakıp yeni hayatıma merhaba diyerek buraya yerleştim. Ne olursa olsun bir daha o mikrop yuvası şehre geri dönmeyecek, hayatımın geri kalan yıllarını sakin ve huzurlu bir şekilde geçirip yüzümde ince bir tebessümle ölecektim.

Kasaba merkezinden otuz kilometre kadar uzakta kalan bu kır evine taşındıktan iki-üç ay sonra bir gün bereketsiz bir avdan dönerken yol kenarında henüz iki aylık bir yavru olan Butch’a rastlamış, onu aldıktan birkaç hafta sonra da kasabadaki üçüncü sınıf meyhanede en çok ojeli tırnaklarından hoşlandığım Aylin ile tanışmıştım. Haftanın üç günü Butch ile kamyonete atlayıp tepelerde vurulabilir ne varsa avlıyor, Cuma günü de kasabada kurulan büyük pazarda tezgahımızı açıp köylülere ve civarlardan gelenlere avladıklarımızı satıyorduk. Bu avcılık işi belki fazla para getirmiyordu ama elimize geçen miktar dünyadan uzak yaşayan bir adam ve köpeğinin karınlarını doyurup ufak tefek ihtiyaçlarının giderilmesine yetiyordu. İnsanlardan olabildiğince uzak ve toprağa olabildiğince yakın olmak dışında bir beklentim yoktu. Gün bittikten sonra biramı açıp verandadaki sallanan sandalyeye otururdum, Butch kuyruğunu sallayarak yanıma gelip uzanırdı ve birlikte çöken akşamın sesini dinleyerek demlenirdik. Gece boyunca ben içerdim, Butch da yanı başımda takılırdı, birbirimizden başka kimsemiz de, birbirimizden başka kimseye ihtiyacımız da yoktu.

Mevsim bahardan yaza dönüyordu, doğa canlanmaya başlamış hayvanlar saklandıkları deliklerden çıkarak etrafta gezinir olmuştu. Bu yüzden genellikle ava çıktığımız zamanlarda şansımız yaver gidiyordu, Butch en kaliteli mama ile besleniyor ben de en pahalı birayı içiyordum, keyfimiz tıkırındaydı. Son zamanların en bereketli avlarından birini yaptıktan sonra eve dönmüştük. Etrafı üç büyük tepe ile çevrili ormanlık bir arazinin ortasında olan eve ulaşmak için kuzeydeki tepenin ardındaki anayoldan ayrılarak güneydeki tepenin ardındaki küçük köye kadar uzanan toprak yola sapmak gerekiyordu. Bu engebeli yoldan arabayla on dakika ilerledikten sonra tepenin bittiği yerde dikilen koyu ahşaptan yapılma bakımsız, iki katlı küçük verandalı ev görünüyordu. Taşındıktan sonra evin etrafındaki araziye çit çekmiş ve kapıya ÖZEL MÜLK- İZİNSİZ GİRMEK YASAKTIR tabelası koyduktan sonra bahçeyi de düzenlemiştim. Gündüzleri kuş sesleriyle dolan orman geceleri böceklerin bağırışları ve yaprakların hışırtıları dışında sessiz ve tekinsiz bir hal alırdı ama ben de Butch da bu ıssızlığı sevdiğimiz için havaların iyi olduğu her gece bir rituel gibi verandada takılıp ormanın karanlığını izleyerek düşüncelere dalardık.



İşte böyle bir şarj etme vaktinde verandadaki sandalyeme oturmuş karanlıkta oynaşan ağaçların dallarını izleyerek biramdan keyifli bir yudum daha alırken kuzeydeki tepenin eteklerinden bütün bu sükuneti bozan bir motor gürültüsü duyulmaya başladı. Butch kulaklarını havaya kaldırıp olduğu yerde dikilerek pür dikkat yaklaşan sesi dinlerken elimle giriş kapısının ardındaki pompalı tüfeğimi yokladım. Buralardan çok sık araba geçmezdi, yerliler genelde ulaşımı eşek ya da at kullanarak yapardı. Yolun ucundan önce far ışıkları göründü sonra da eski model bir araba yalpalayarak yola girdi. Butch saldırmaya hazır halde arabaya bakıyordu, arabadakiler de bizi görmüş olmalıydılar ki hızları biraz yavaşladı. Evin önünden geçip gitmesini beklerken eski araba bahçemin girişinde durdu ve sürücü motoru stop etti. Butch uyarmak için birkaç kez arabaya doğru havladı, gözlerimi arabadan ayırmadan “Sakin ol, oğlum.” diye mırıldanıp onu yatıştırdım ama çocukluğumun gettolarda geçmiş olması yüzünden elimin tüfeğe doğru uzanmasına engel olamadım.

Dikenli tellerin arkasında duran mavi arabanın ön yolcu kapısı açıldı ve içeriden bir çift iri meme indi. Memelerin büyüklüğünü gördüğüm zaman bunun Aylin olduğunu anladım ve tüfeğimi bıraktım. Aylin arabanın kapısını kapadıktan sonra omuzlarını ve kollarını açık bırakan kahverengi atleti ve koca götünün içine zor sığdığı kot pantolonuyla bana el salladı ve “Biz geldik!” diye bağırdı sanki onları bekliyormuşum gibi. Bu sırada Butch ne yapması gerektiğini sorarmış gibi gözlerime baktı, “Sakin ol Butch.” diye mırıldandım sandalyemden kalkarken. Verandadan inip bahçenin kapısına doğru yürümeye başladığımda şoför mahallinin kapısı açıldı ve arabayı süren oğlan da indi. Onu daha önce hiç görmemiştim ve gayet tekinsiz bir tipe benziyordu. Üzerinde ejderha desenli ucuz bir konfeksiyon gömleği altında bej rengi bir pantolon ayağında ince burunlu davulcu ayakkabıları vardı. Siyah saçlarını bol jöle ile kafasına yapıştırmış, hava karanlık olmasına rağmen güneş gözlüklerini her an hazırda bekletirmiş gibi alnına kaldırmıştı. Gömleğinin açık yakasından boynundaki sarı kolye ve göğsündeki seyrek kıl kümesi görünüyordu.

Bahçe kapısını açarken, “Neden geldiniz?” diye sordum Aylin’e “Acil bir şey mi oldu?” Sonra hala arabanın yanında dikilen elemanı göstererek, “Bu kim?” dedim.

“Yoo…” dedi Aylin aralık tuttuğum bahçe kapısını itip içeri girerken, “Bu Nejat, arkadaşım…” dedi sonra elemanı göstererek. Nejat bize doğru yaklaşırken, “Kasabadan,” dedi ve “Kendimi bildim bileli tanırım onu.” diye ekledi Aylin. “Merak etme, iyi çocuktur.”

Bu sırada yanımıza gelen Nejat tokalaşmak için elini uzattı ve kaba bir ses tonu ile “Selamınaleyküm, birader.” dedi. Bu sırada sandalyenin dibinden fırlayarak yanıma gelen Butch bahçe kapısının ardındaki Nejat’a tehditkarca hırladı. Karşısındaki kırk7 kiloluk alman kurdunu gören Nejat korkuyla bir iki adım geriye sendeledi.

Bu sırada Aylin, “Ne haber Butch?” dedikten sonra Butch’un kafasını ellerinin arasına alıp hayvanı sevmeye başladı. Butch ile araları oldukça iyiydi, köpek onun ellerinin arasında oynaşırken ona, “Sana bir arkadaşımı getirdim.” dedi ve bahçe kapısının ardından Butch’u kesen Nejat’a “Korkma,” diye seslendi. “Butch çok akıllı bir köpektir.”

Butch’un kuyruk salladığını gören Nejat bir anda sakinleşip elindeki araba anahtarlarını çevirerek bahçe kapısından içeri girdi ve “Ya, ben zaten köpeklerden korkmam. Adana’da bunun iki-üç katı olan iki tane köpekle birlikte aynı odada kalıyordum.” dedi. Aylin başını köpekten kaldırıp Nejat’a baktı. “Vallahi ya,” diye devam etti Nejat. “Bizim arkadaşın köpekleriydi, iki ay bende kaldılar.” Sonra kızın arkasından eğilip bir iki kere Butch’un başını okşadı, bizim oğlan da Nejat’ın kokusunu aldı.

Bu tanışma ve kaynaşma faslı canımı sıktığı için “Neden geldiniz?” diyerek sorumu tekrarladım.

Aylin Butch’u bırakıp bana döndü ve saçını eliyle başının arkasına aldıktan sonra masum sürtüğü oynayarak, “Hiç,” dedi. “Buradan geçiyorduk, sana da uğrayalım dedim.”

Elimdeki bira kutusunu fark eden Nejat, “Birader, af edersin,” dedi bu sırada, “Başka bira var mı?”

“Var.” Aylin elini omzuma attı ve birlikte verandaya doğru yürümeye başladık. Ormandan gelen tüm o dinlendirici sesleri son kez dinlediğimden habersiz Aylin ile birlikte ilerleyip onun terlemiş koltuk altından burnuma çarpan ekşi kokusunu solurken kendi kendime bu insanların bu saatte bahçemde ne aradıklarını düşündüm.

Verandaya geçtiğimizde, “Siz oturun,” dedi Aylin. “Ben biraları getireyim.” Evin tahta kapısından içeri girmeden önce havayı derin derin içine çekti ve “Ne gece ama…” diye iç geçirdi. Bu sırada Nejat sallanan sandalyemin üzerine çöktü, ben de Butch ile birlikte basamaklara oturdum. Aylin eve girdikten sonra Butch’un kafasını okşayıp gözlerimi veranda lambasının ışığında uçuşan böceklere çevirdim.

Nejat bir susma payı bile bırakmadan, “Ee birader,” dedi kaba bir ağızla, “Nerelisin?” Ritüel piç olmuştu, gece piç olmuştu, huzur ve dinginlik de. Elimdeki bira kutusunun dibini kökledikten sonra bahçeye fırlattım. Butch bir ok gibi fırlayıp boş tenekeyi kaptı ve merdivenlerin köşesindeki çöp kutusuna attıktan sonra kuyruğunu sallayarak yanıma geldi.

“Vay anasını be!” diye şaşkınlığını belli etti Nejat. “Köpeği harbiden çok kral eğitmişsin vallaha.”

Yanıma gelen Butch’un başını okşarken, “Butch benim çocuğum gibidir.” dedim ve “Ama burada ne aradığınızı söylemezsen, onu üstüne salarım Nejat.” diye devam ettim sesimin sakin tonunu hiç bozmadan.

Nejat kısa bir süre afalladıktan sonra, “Nasıl yani?” diye sordu.

Oturduğum yerden ona doğru dönüp “Nasılı var mı oğlum?” diye sordum gözlerinin içine bakarak. “Gecenin bu saatinde bu karıyla burada ne işiniz var? Ne çeviriyorsunuz, hayırdır, anlat bakalım.”

“Bir şey çevirdiğimiz yok vallahi, abi.” dedi.

Yarım ağızla gülümseyerek, “Geç bu ayakları.” dedim.

Nejat cevap vermek için ağzını açmıştı ki elinde bira kutularıyla Aylin geldi. Kutuları dağıttıktan sonra yanıma oturdu ve birayı açıp büyük bir yudum aldı. Onu daha önce hiç böyle hızlı içerken görmemiştim, hatta alkol kafasını sevmezdi. Verandayı aydınlatan ışığın altında ona dikkatli baktığımda atletine ve kollarına bulaşmış kandamlaları ve boynundaki tırnak izleri dikkatimi çekti, ayrıca huzursuz bir şekilde etrafına bakınıyor, tek bacağı istem dışı titriyor, gergin olmasına rağmen zoraki bir şekilde gülümsüyor ve boş olan eliyle de merdivenlere vurarak ritim tutuyordu.

“Aylin,” dedim hiç uzatmadan. “Ne oldu?”

Başını çevirip gözlerime baktı, suratındaki ifadeyi gördüğüm zaman burnuma bok kokusu geldi. “Hiç bir şey,” dedi gülümsemeye devam ederek. “Ne olabilir ki?”

“Aylin, ne oldu dedim?” diye tekrarladım.

“Ben de hiç dedim.” tekrarladı.

“Kızım, attırma bak tepemi!” dedim. “Çocuk mu var karşında? Ne oldu ulan?”

Gözlerimin içine baktı, histerik bir şekilde usulca titriyor ve yüzündeki mimikleri kontrol edemiyordu. Elini kaldırıp işaret parmağını bahçemin kapısında duran mavi arabaya doğru çevirdi, sonra “Bagajda…” diye mırıldandı söylediğine kendisi bile inanamıyormuş gibi histerik bir sesle, “Bir ceset var…”





.2



Aylin lavuğa olup biten her şeyi anlattı. Lavuk hiç soru sormadan sonuna kadar sessizce dinledi ve herifin nasıl mortu çektiğini öğrendikten sonra, “Çok saçma.” dedi.

“Ama böyle şeyler oluyor işte!” dedi Aylin de.

“Ben de gördüğümde gözlerime inanamadım.” dedim. “Ama oluyor.”

“Her neyse,” dedi lavuk “Ben bu işe bulaşmak istemiyorum.”

Aylin onu ikna edebilmek için kırk beş dakika boyunca dil döktü. Ben bu kadar uzatmaz ve yardım etmeyi kabul eder diye düşünmüştüm ama dünyadaki herkes bizim gibi iyi niyetli değil, bilader. Herif düşündüğümden daha uyanık çıktı, ikna olana kadar tüm detayları yeniden ve yeniden sordu. Küçük kızı geride bırakmamızın hiç iyi olmadığını söyledi ve bu yüzden başımızın belaya girebileceğini savundu. Bulaşmak istemiyordu ama sonunda Aylin’in yılanı bile kovuğundan çıkaran tatlı diline yenilip ikna oldu. “Küçük kız konuşmayacak,” dedi Aylin, “Onun hiç kimseye bir şey anlatmayacağından eminim, merak etme. Bizi arka kapıdan da o çıkardı, herifi taşımamıza da yardım etti. Gitmeden önce teşekkür bile etti.”

“Doğru vallahi,” diyorum. “Böyle bir olayın olmasını hiç kimse istemez zaten, bilader. Her şey bir anda gerçekleşti, inan nasıl olduğunu bile anlamadık. Beş dakika kimse kendine gelemedi…” Burada yalan söylüyorum, herif öldükten sonra hiç vakit bırakmadan kasayı boşalttık aslında.

Aylin lavuğa biraz daha yalvarıyor ve dökülen bin bir dilin ardından lavuk bize yardım etmeyi kabul ediyor. Cesedi nasıl yok edeceğimize dair ayaküstü düşündükten sonra yaptıkları arasında kendisine en mantıklı gelen küçük planını bize anlatıyor ve hemen harekete geçmemiz gerektiğini söylüyor. Biralarımızı dipleyip arabalara hareketleniyoruz.

Onun bizimle birlikte olacağını bilmek içimi rahatlatıyor çünkü bu herif böyle boktan bir sorunun üstesinden gelebilecek kadar zeki bir tip. Şimdi sakin ol oğlum Nejat, arabaya bin ve motoru çalıştır, lavuğun kamyonetini takip et, birlikte söylediği o soteye gidin, şu ölüden bi kurtulun, sonra bakacaksın kendi dalgana. Sakin ol ama eğer ters bir şey yaparsan bir çuval inciri bok edersin. Sakın keyfini kaçırma bilader, her şey tıkırında gidiyor, bu puşt da sağlam adama benziyor her türlü bizim bu beladan kurtulmamıza yardım eder. Sakin ol şimdi, çalıştır arabayı.

Tam kontağı çevirirken “Kasabaya kadar önden gidin,” diyerek camın kenarına yaklaşıyor lavuk “Kasabayı geçtikten sonra beni takip edersiniz. Oraya kadar arkadan geleceğim. Gecenin bu saatinde kasabaya iki araba girmeyelim bütün köpekleri takarız peşimize, bir kişi de görürse bizi siki tuttuk demektir, benim kamyoneti orada tanımayan yok. Dikkatli olun, size yardım edeceğim ama başımıza bir iş gelirse eğer ikinizi de tanımam, haberiniz olsun.”

“Tamam,” diyor Aylin “Her şey için sana çok teşekkür ederim Can.”

“Oraya gittikten sonra da hiçbir şeye elimi sürmem,” diyor lavuk “Sadece size nasıl temizleyeceğinizi gösteririm, gerisine karışmam, şimdiden söyleyeyim.”

Aylin eğilerek yanımdaki pencerede dikilen Can’a minnettarlıkla bakıp, “Yanımda olman bile yeter.” diyor. “Çok teşekkür ederim.” Lavuk cevap vermeden köpeğiyle birlikte kamyonetine uzuyor, o öne biniyor köpek de arkadaki kasaya atlıyor sonra motoru çalıştırıyorlar. Ben de arabayı hareket ettirip yükleniyorum gaza. Sakin ol oğlum Nejat, derin bir nefes al, rahatla, her şey yoluna girecek. “Bi sigara versene.”

Aylin sigara paketini uzatıyor, bir tane çekip yakıyorum. Alnımdan süzülen ter damlalarını hissederken ilk nefeste çeyreğini bitiriyorum sigaranın. Eski evin önünden çıkıp kasabaya doğru ilerleyen toprak yola giriyoruz. Arkamızdan yola giren kamyonetin farları bizim arabanın içini aydınlatıyor, farların ışığında gölge gibi gözüken ağaçların arasındaki yolda gaza yükleniyorum. Sakin ol oğlum Neco, cool takıl, her şey yolunda.

“Nejat, sen iyi misin?”

“Ha, iyiyim, iyiyim… Dalmışım sadece.”

“Nasıl bir dalmak bu böyle? Terden sırılsıklam olmuşsun! Bak biliyorum, kötü durumdasın. Ben de aynı durumdayım hatta senden daha da kötüyüm. Tüm yaşadıklarımız yetmezmiş gibi bir de bizimle gelmesi için iki saat dil döktüm herife.”

“Bir şeyim yok benim ya, sakinim. Hava sıcak ondan terledim. Şu işten bir an önce kurtulalım başka bir şey istemiyorum.” Camı açıyorum yalanımın inandırıcı olması için.

“Eee, sanki ben başka şey mi istiyorum?”

Temiz hava iyi geliyor. “Yahu ne alakası var ben öyle bir şey mi dedim?”

“Hayır, yani Nejat senin sinirin bozuksa benim ki de bozuk.”

“İyi de ceylan gözlüm, neyi tartışıyoruz?”

“Hiçbir şeyi. Gerilme öyle sadece. Ben de gergin oluyorum.”

“Her gün adam öldürmüyorum ben Aylin, kusura bakma.” Küçük bir çukura giren araba hafifçe sallanıyor.

“Ben de!”

Vites değiştirirken mırıldanıyorum, “Gerçi soygunu yapmasaydık şimdi burada olmazdık…”

“Ne demek bu şimdi? Bunu orada söyleyebilirdin, değil mi? Hem artık çok geç ikimiz de boğazımıza kadar bulaştık işin içine.”

“E, tamam yahu ne dedik ki şimdi?”

“Ne polislere itiraf edermiş gibi konuşuyorsun öyle!”

“Yalan mı kızım, paraları almadan siktir olup gitseydik hiçbir sorun olmazdı! Yine de pişman değilim, ceylan gözlüm, polisi de kafana takma. Onlar bizi yakalamaz, yakalayamaz. Şu bagajı bi boşaltalım hele ondan sonra da ver elini Avrupa! Polisler kafalarına göre arasınlar dursunlar sonra, onlar ancak benim osuruğumun dumanını bulurlar!” Avrupa’yı düşünerek bir an gülümsüyorum.

Tam da bu anda söylediğine kendisi bile inanmazmış gibi, “Buldular bile…” diye mırıldanıyor Aylin. Koltuğunda büzülerek tedirgin bir şekilde yolun ilerisine bakıyor.

“Ne?...” Başımı çevirip yola dönüyorum. Yüz elli metre kadar ilerimizdeki kasabanın girişinde yolun kenarında sirenleri yanan bir polis arabası duruyor. Arabanın yanında da üzerinde sarı bir yağmurluk olan bir polis memuru dikiliyor. Bu manzara karşısında vücudumdaki bütün kan kafamda toplanıyor, ister istemez arabayı yavaşlatıyorum.

“Sıçtık…” diyor Aylin kendi kendine. “Kesin sıçtık!”

Yanıp sönen sirenlere bakarken kısık sesle derin bir “Hasiktir!...” çekiyorum.

“Yavaşlama Nejat!” diyor sonra Aylin heyecanla, “Sakın yavaşlama! Her şey yolunda gibi davranmamız gerek, soğukkanlı ol, sakin olalım, tamam mı? Sakin olmazsak sıçarız! Her şey yolunda, hiçbir sorun yok, tamam mı?” Bunları söylerken titriyor.

“Tamam,” diyorum derin bir nefes alarak ve ister istemez arabanın hızını düşürüyorum. Sakin ol oğlum Nejat, ters bir şey yapma, sakin ol, evritink gona bi orrayt. “Belki de sıradan bir kontrol yapıyorlardır, gecenin bu saatinde burada ne arayacaklar…”

“Kontroldür tabi.” diyor Aylin aramızda elli metre kalmış olan polis arabasından gözlerini almadan. “Baksana kasabanın girişinde duruyorlar zaten. Kesin bir olay olmuştur...”

Dikiz aynasından geriye bakıyorum. Kamyonet görünürlerde yok, lavuk kasabaya ayrı girmemizi söylediği için geride bir yerlerde kenara çekip biraz zaman geçmesini bekliyor olmalı. “Nerede bu pezevenk?” diye söylenirken yolun kenarındaki polis bize doğru döndükten sonra elini havaya kaldırarak sağa çekmemizi işaret ediyor. Sol elimle tuttuğum direksiyonu çevirip arabayı polis arabasının on metre kadar gerisine yaklaştırırken sağ elimle belimdeki silahı yokluyorum. “Birkaç dakikaya burada olur,” diyor Aylin bu sırada, gözlerini yaklaşan polisten almadan “Sakin ol tamam mı Nejat?” diye fısıldıyor sonra

Motoru durdurup yaklaşan polisi izlerken “Tamam,” diyorum. “Sen de.”

Polis memuru arabanın yanına vardıktan sonra parmağıyla üç kere cama tıklıyor, derin bir nefes aldıktan sonra camı açıyorum. Polis elindeki küçük feneri kaldırıp yüzlerimize doğru tuttuktan sonra, “İyi geceler, gençler.” diyor.

“İyi geceler, memur bey.” diye cevap veriyor Aylin.

Yağmurluğun kapüşonunun altındaki yüzü pek seçilmiyor polisin. “Hayırdır,” diyor. “Gecenin bu saatinde?”

“Ankara’dan geliyoruz.” diye aklıma gelen ilk yalanı atıyorum. “Oradaki akrabaları ziyaret etmiştik.”

“Evet,” diye sürdürüyor Aylin ve eliyle beni gösterip “Nejat’ın kuzeni evlendi, oradan dönüyoruz.” diyor. “Buralarda hiç polis olmazdı normalde, kötü bir şey mi oldu, hayırdır?”

“Vallahi hayır mı şer mi bilmiyorum,” diyor polis. “Kötü bir şey oldu ki, diktiler beni gecenin bu saatinde buraya… Alkol var mı?”

“Yok.”

“Ehliyet-ruhsat?”

“Var.” Torpidodan ruhsatı, cüzdanımdan da ehliyeti çıkarıp polise veriyorum. Cüzdanı arka cebime koyarken elim belimdeki tabancaya değiyor. Polis elindeki ehliyete fener yardımıyla bir göz attıktan sonra yüzü düşünceli bir hal alıyor ardından “Burada bekleyin.” deyip kendi arabasına doğru ilerlemeye başlıyor. Ekip arabasına doğru uzaklaşan herife bakarak, “Bu sefer kesin sıçtık…” diye mırıldanıyor Aylin.

Karar vermek için pek fazla düşünmüyorum ve tabancamı belimden çıkarıp arka koltuktaki montumu aldıktan sonra montu hızla silahı tutan elimin etrafına doluyorum. “Ne yapıyorsun?” diye soruyor Aylin.

“Bu adam telsize gidip adımı anons ederse, bizim bittiğimiz andır.” deyip arabanın kapısını açıp aşağı iniyorum. Tabancayı havaya kaldırdıktan sonra hızlı adımlarla sırtı dönük şekilde ekip arabasına doğru yürüyen polisin arkasına yaklaşıp kafasına doğru nişan alarak hiç düşünmeden tetiğe basıyorum. Elime sardığım ceket ağaçların arasında yankılanan silah sesini yarı yarıya azaltıyor, ben bunun işe yaradığını düşünürken kafatasının yarısını uçurduğum aynasız yüz üstü çamurun üzerine kapaklanıyor.

Aylin arabadan inip açık kapının ardından çamurun içinde yatan polise bakıyor. “Ne yaptın sen?” diye inliyor sonra. “Boku yedik, Nejat! Boku yedik! İkimizi de mezara gönderecekler!”

Ona cevap vermek için dönüp ağzımı açtığımda yolun gerisinden yaklaşan kamyonetin sesi duyuluyor. İkimiz de dönüp bakıyoruz sonra kırmızı araba bize yanaşıyor ve lavuk benim arabanın birkaç metre arkasına park ediyor. Motoru açık bırakarak kamyonetinden indikten sonra yanımıza doğru yürüyor, arkadan atlayan köpek de ardından onu takip ediyor. Benim arabamın yanına gelip yerdeki polisi gördüğünde elleri başına gidiyor ve şaşkın bir şekilde “Ne yaptınız siz?” diyor. “Bu iş beni aştı, ben artık yokum!”

“Can…” diye inliyor Aylin.

“Siktirme ulan Can’ını!” diye bağırıyor Can, “Amına koyduğumun manyakları! Seri katil gibi adam öldürüyorsunuz ulan psikopat mısınız siz! Beni de alet ettiniz! Gidiyorum ben! Sikerim sizi de ölülerinizi de! Başından beri size yardım etmem aptallıktı!” Sahibinin bağırdığını gören köpek öfkeyle havlamaya başlıyor. “Sakin ol Butch!” diye bağırıyor köpeğe Can, köpek mum gibi götünün üzerine dikiliyor. “Siz bu bagajdaki herifi de öldürdünüz kesin! Keriz gibi inandım ben de anlattığın masallara. Ben yokum, Aylin. Bakın kendi dalganıza!”

“Gidemezsin.” diyorum ona. “Bize yardım edeceksin.”

“Gidemezsin!” diyor Aylin yalvarırcasına, “Sen olmadan bu işin altından kalkamayız.”

“Yahu adamları öldürürken bana mı sordunuz?” diyor Can, “Hadi birinciyi siktir et, bir şekilde hallederdik ama…” eliyle çamurun içinde yatan herifi gösterip, “ama bu adam bir polis.” diyor. “Siz bu ülkede polis öldürmenin ne demek olduğunun farkında mısınız? Adamın götünden kan alırlar! Hiçbir yere kaçışınız da yok artık, her türlü, her türlü bulup takır takır sikecekler ikinizi de!”

Lavuk doğru söylüyor. Sıçtın oğlum Nejat, burnuna kadar boka battın şimdi. Polisler seni bulup içeri atacaklar. Sıçtın Nejat, sana işkence yapacaklar. Bayılana kadar dövecekler, ayılacaksın yine dövecekler, taşaklarına elektrik verecekler, falakaya çekecekler, askıya alacaklar, götüne şişe sokacaklar, dayak manyağı yapacaklar, anandan emdiğin sütü götünden getirecekler. Sıçtın oğlum Nejat, yarağı yedin, ölmekten beter edecekler seni. “Bizimle geleceksin!” diyorum lavuğa.

“İmkansız kardeşim,” diyor. “Kusura bakmayın ikiniz de. Bu iş beni aştı.”

“Bu iş hepimizi aştı.” diyor Aylin.

“Biz diye bir şey yok,” diyor lavuk “Kaderinizle baş başasınız.”

“Bize yardım edeceksin!” diyorum sert bir sesle.

Sesim biraz yüksek çıkmış olmalı ki Can şaşkın bir şekilde dönüp bana bakıyor. “Ne yani, beni de mi vuracaksın ulan?” diye soruyor sonra.

Silahı kaldırıp suratına doğrultuyorum. “Tereddüt edersem eğer orospu çocuğuyum!”





.3



O ayakkabıları istiyordum. Onları alabilecek kadar param yoktu ama mağazanın vitrininde ilk gördüğüm andan itibaren o ayakkabıların en kısa süre içinde benim olmaları gerektiğini anlamıştım. Nejat’a telefon edip ondan borç istemeye karar verdim, aradım, biraz lafladıktan sonra yakınlarda olup olmadığını sordum, arkadaşının arabasıyla etrafta tur atıyormuş istersem beni de alabilirmiş, hemen gaza basıp alışveriş merkezinin önüne gelmesini söyledim sonra da ayakkabı meselesinden bahsederek biraz borç istedim, ‘Geldiğimde hallederiz,’ deyince sevinçle telefonu kapadım. O gelinceye kadar belki alacak birkaç parça şey daha bulabilirim umuduyla vitrinlere bakındım ama yeni çıkan bluzlar bile aklımın o ayakkabılardan gitmesine engel olamadı.

Alışveriş merkezinden çıktığımda havanın kararmış olduğunu görünce şaşırdım, saatlerdir içeride olmalıydım. Eski model mavi bir arabanın yanında dikilen Nejat’ı gördükten sonra gülümseyerek yanına yürüdüm, ondan borç alacağım için normalden daha samimi bir şekilde sarılıp onu öptüm. Arabaya binmemi söyledi ama ona ayakkabı meselesinden bahsettim ve dudaklarımı bükerek o ayakkabıları hemen almak istediğimi söyledim. Keyfinin yerinde olduğu her halinden belli olan Nejat yanağımdan bir makas aldıktan sonra, “Ayakkabı senin köpeğin olsun, güzelim.” dedi, “Yürü, hadi gidip alalım prensesime ayakkabılarını…” Sevinçle ona sarıldım, yardımı için teşekkür ettim arabayı alışveriş merkezinin otoparkına çektikten sonra birlikte mağazalar cennetine geri döndük.

Dışarıya yeniden çıktığımızda içerideki mağazalar kapanmak üzereydi, kapanış saatine on beş dakika kalmıştı. Benim elimde iki torba Nejat’ın elinde de dört torba ve bir paket vardı. Ayakkabıları aldıktan sonra birkaç mağaza daha gezmiş, Nejat’ın kredi kartı sayesinde ayakkabıların yanında bir etek, iki bluz, bir badi, iki sutyen, iki çift küpe ve bir de kolye almıştık. İşyerinden paramı aldıktan sonra borcumu ona ödeyecektim. Bana yaptığı bütün bu kıyaklardan ve akşam boyunca takındığı sevimli tavırlarından dolayı onunla başka bir şekilde de ödeşebilirdik belki. Daha önce Nejat ile birlikte olmamıştık, onunla ilgili böyle şeyler de hiç düşünmemiştim ama bu akşam gözüme oldukça farklı görünüyordu ve onu istiyordum.

Otoparka gittiğimizde koca park yerinde bizimkinden başka sadece üç-beş araba kalmış olduğunu gördük. Birkaç dakika sonra alış veriş merkezi kapanacaktı, bu yüzden park yerindeki ışıkların yarısı söndürülmüştü. Burası kasaba merkezinin biraz dışında kaldığı için etrafa karanlık ve ıssızlık hakimdi, kasabaya giden yolun kenarındaki çalıların içinde bağrışan böceklerin seslerini ve arada sırada geçen arabaların vınlamalarını dinleyerek arabaya doğru yürüyorduk. “Çok takıldık içeride be ceylan gözlüm,” dedi Nejat. “Ne güzel gezdirecektim seni…”

“Olsun Nejat, bir şeyler aldık işte kötü mü ettik?”

“Öyle demedim,” dedi Nejat bagajın başına geldiğinde. Elini cebine attı ve “İyi yaptık aslında, şu torbaları bir yerleştirelim…” Elleriyle ceplerini yoklamaya başladı, “Anahtarları bulursam…” Torbaları arabanın üzerine koyduktan sonra bütün ceplerini yeniden arandı ve “Hasiktir ya!...” diye mırıldandı.

“Ne oldu, Nejat?”

“Anahtarlar, ceylan gözlüm…” dedi sıkıntıyla “Anahtarları içeride bir yerde unuttuk.”





.4



Nejat’ın şaka yapmadığını anlamıştım ama kendime esir muamelesi yaptıracak kadar akılsız olmadığım için ona sakin bir sesle silahı indirmesini ve onlara yardım edeceğimi söyledim. “Bulaştığım kadar battım zaten bu bokun içine bu saatten sonra çıkmam çok geç.” diye mırıldandım umutsuz bir şekilde. Nejat bir süre tereddüt ederek silahı üzerime doğru tutmayı sürdürdü fakat yüzündeki ifadeden yardımımı istediği belli oluyordu. “Haydi,” dedim girdiği katil psikozunu bozarak onu kendine getirmek için, “Şu polisi ve arabayı bir an önce ortadan kaldırmamız gerekiyor! Herkes işe koyulsun, eğer bir kişi bile bizi burada görürse işimiz bitik demektir!” Aylin yaslandığı arabanın kapısında dikilip ona emir vermemi beklermiş gibi dik bir pozisyon aldı Nejat ise kısa bir afallamanın ardından silahı indirip beline soktu sonra ellerini iki yana açıp bana doğru birkaç adım attı ve “Onu isteyerek öldürmedim.” dedi özür dilermiş gibi. “Kazayla oldu.”

“Bunu sonra konuşuruz,” dedim. “Şimdi sırası değil. Polisi polis arabasının bagajına koy, direksiyona geç. Aylin, sen de bu arabayı sür, ben de kamyonetle geleceğim. En önden ben gideceğim…” Nejat’ın hala salak salak bana baktığını fark edince elimle yerdeki polisi işaret edip, “Kaldırsana şunu buradan!” diye fırçaladım, “Neyi bekliyorsun?” Nejat itaatkar bir köpek gibi harekete geçip yerdeki polisin koltukaltlarından tutarak onu kaldırdıktan sonra tepesindeki sireni hala yanıp sönen polis arabasına doğru sürüklemeye başladı. “Ayrı ayrı gideceğiz!” diye devam ettim. “Birbirimizden beş dakika arayla hareket edeceğiz. Kasabadan çıktıktan iki kilometre sonra sağ tarafta toprak bir patika var, oradan girdikten sonra bir tepeye tırmanmaya başlayacaksınız, yol bir buçuk kilometre sonra sizi bir uçuruma çıkaracak, sizi orada bekleyeceğim.”

Bir yandan beni dinleyip diğer yandan polisi arabaya sürükleyen Nejat bagajın yanına vardıktan sonra ölüyü yere bırakıp bagaj kapağını açtı ve yerdeki cesedi yüklenip kaldırdıktan sonra bagajın içine attı. Polisin dışarıda kalan bacağı yüzünden ilk denemesinde kapağı kapatamadı, ikinci denemesinde sinirle bacağı içeri sokup bagajı kapattı ve rahatlamış bir yüz ifadesiyle bana döndü. Kısa bir an aklına bir şey gelmiş gibi düşündükten sonra terden sırılsıklam olmuş saçlarının altındaki parlak gözlerini üzerime dikip. “Bak, yanlış anlama ama bizi satmayacağına nereden emin olalım?” diye sordu.

“Bunun garantisini veremem,” dedim. “Ben zenci çüklü bir adamım. Bu herifleri öldürürken de bana sormadınız fakat bana güvenmek zorundasınız. Bütün bunları ortadan kaldırabilmeniz için tek şansınızın benim.” Nejat teslim olmuştu, başka çaresi yoktu, bunu o da biliyordu. “Arabaya bin Nejat,” dedim. “Benim ardımdan sen, en son da Aylin sen geleceksiniz. Yolda ne olursa olsun durmayın… Ve yalvarırım size, başka birisini daha vurmayın!”





.5



Paketleri arabanın yanına bıraktıktan sonra Nejat’la birlikte koşar adım alışveriş merkezine geri dönüyoruz. Kapıdaki güvenlik görevlileri kapanış saatinin geldiğini söylüyorlar, Nejat aceleyle “Arabanın anahtarını unutmuşuz, kardeşim.” diyerek geçip gidiyor. Koca avlusunda parmakla sayılı birkaç kişinin olduğu alışveriş merkezinin ortasına geldikten sonra, “İkiye ayrılalım, sen bu taraftaki mağazalara bak, ben de bu taraftaki…” diyor bana. Anahtarı nerede düşürdüğümüzü bilmediğimiz için bu mantıklı bir karar olarak gözüküyor. Nejat’ı bırakıp koşar adımlarla benim tarafımda bulunan ayakkabıcı ve badileri aldığımız giyim mağazasının yolunu tutuyorum. Çoğu kapanmış olan mağazaların önünden geçerken gözüm ister istemez vitrinlere takılıyor hatta üzerinde dantelden bir iç çamaşırı takımı olan mankenin olduğu vitrinin önünde bir süre durup bu çamaşırların benim olması gerektiğini düşünüyorum.

Kapısı hala açık olan butik mağazasına girip çıkmak üzere son hazırlıklarını yapan kısa boylu tezgahtarın yanına gidip burada bir anahtar bulup bulmadıklarını soruyorum. Kız kasanın arkasına geçip, “Bilmiyorum,” diyor. “Ben bir anahtar bulmadım ama diğer arkadaşlardan biri bulmuşsa eğer buraya koymuş olması gerek.” Eliyle çekmecelerden birini açıp bir süre çekmeceyi karıştırıyor sonra başını kaldırıp “Maalesef.” diyor. Teşekkür edip çıktıktan sonra hızlı adımlarla ayakkabıcıya doğru ilerliyorum.

Ayakkabı mağazasının yarı aralık kepenkleri yüzünden kapanmak üzere olduğunu anlıyorum ve hızla kepenklerin altından eğilip mağazanın içine giriyorum. Birilerini aramak için başımı kaldırdığımda gördüğüm manzara karşısında dona kalıyorum. Ayakkabıcı 9-on yaşlarında bir kızı kasanın bulunduğu masanın üzerine yatırmış, kızın çırpınmalarına aldırmadan onun bacaklarının arasına girmeye çalışıyor. Kız direnirken kendinden geçmiş olan 50’li yaşlarındaki kel ve göbekli adam bir yandan direnen kızı etkisiz bir pozisyona getirmeye çalışırken diğer yandan da bu itişmenin ortasında mırıldanıyor. “Korkma, bebeğim. Korkma, hiçbir şey olmayacak. Fahrettin Amcan sana vermez değil mi?... Merak etme, hiç canını acıtmayacağım… Hem artık kocaman bir kız oldun, yaşaman gereken bazı şeyler var öyle değil mi?” Birbirleriyle uğraştıkları için benim orada olduğumu fark etmeden itişmeye devam ediyorlar.

Suratı korkudan buruşmuş olan kız üzerine çıkmaya çalışan adama karşı koyarak, “Hayır,” diye yalvarıyor, “Lütfen, Fahrettin Amca. Yalvarırım, lütfen… İstemiyorum…”

Kızın bacaklarının arasına girmeyi başaran Fahrettin elini fermuarına atıp buruşmuş sikini dışarı çıkarmaya çabalıyor ve kızın bacaklarını açık tutmaya çalışarak, “Korkma, kızım.” diyor. “Bu oyun senin de hoşuna gidecek…” Sikini kıza sokmaya çalışırken, “O kadar hoşuna gidecek ki,” diye homurdanıyor şehvetle, “Hayatın boyunca bu oyunu oynamak isteyeceksin!”

Masanın üzerindeki kız içine girmek üzere olan adamı geriye itmeye çalışarak “Hayır!” diye inliyor. Bu sırada gözleri bana takılıyor ve yattığı yerden şaşkın şaşkın suratıma bakakalıyor. Onun durduğunu fark eden ayakkabıcı da başını kaldırınca karşılarında dikilen beni görüyor ve bir eliyle hala sikini tutan yaşlı adamla göz göze geliyoruz. Tekrar kıza döndüğümde yattığı yerden bana, “Yardım edin,” diye fısıldıyor çaresizce. “Yalvarırım, yardım edin!”





.6



Kamyoneti tepenin kenarındaki uçuruma çektikten sonra bir sigara yaktım ve Butch ile birlikte aşağıda uzanan karanlık vadiyi izleyerek beklemeye başladık. Sigaram yarılanmadan yolun başında polis arabası belirdi. Direksiyondaki Nejat sirenleri kapalı devriye arabasını kamyonetimin yanına park ettikten sonra arabadan indi ve soran gözlerle bana baktı. “Yolda bir aksilik çıkmadı, değil mi?” diye sordum.

“Hayır,” dedi. “Şimdi ne yapacağız?”

“Cesetleri yakmamız gerekiyor,” dedim. “Etraftan çalı çırpı topla, iki kişiyi tanınmaz hale getirebilecek kadar büyük bir ateş yakacağız.” Nejat ‘tamam’ der gibi kafasını salladıktan sonra koşarak etrafta çalı toplamaya başladı. “Yardım et, Butch.” Butch Nejat’ın peşinden atıldıktan sonra ağzıyla tahta toplamaya başladı.

Uçurumun kenarına yaklaşıp aşağıya bakmamaya çalışarak ateşi yakacağımız yeri belirledim ve “Tahtaları buraya getirin!” dedikten sonra kamyonete dönüp kasadaki benzin bidonunu aldım. Tam geri dönecekken koltuğun üzerinde duran pompalı tüfeğime gözüm takıldı, onu da alıp omzuma astıktan sonra ateşi yakacağımız yere geri dönüp benzinle iki adamın sığacağı şekilde yeri işaretledim. Nejat ve Butch tahtaları getirip benzini döktüğüm yerin üzerine koymaya başladılar. Nejat odunları kucağında topladıktan sonra bir arada getirip döküyor Butch ise ağzıyla kaptığı parçaları teker teker bırakıyordu. Kamyonete geri dönerken tepenin başından far ışıkları belirdi, mavi araba yaklaşıp park etti ve Aylin içinden inip yanımıza geldikten sonra soran gözlerle bize baktı. “Odun toplamaya yardım et!” diye emir verdim ona da “Büyük bir ateş yakmamız gerek! Hızlı olun!” Aylin koşarak diğerlerine yardıma koyuldu, elimi bile sürmeyecek olmaya yemin etmiş olsam da daha hızlı bitirebilmek için ben de tahta toplamaya başladım.

İki adamın sığacağı kadar alana tahtaları yığdıktan sonra Nejat’a cesetleri getirmesini söyledim, Aylin de ona yardım etmeye gidince benzin bidonunu yeniden alıp tahtaların başına geri döndüm. Nejat’la Aylin kollarından ve omuzlarından tutarak önce polisi getirip tahtaların yanına bıraktılar, onlar diğer arabaya doğru uzaklaşırken polisin cüzdanını çıkarıp içindeki paraları aldıktan sonra boş cüzdanı tahtaların üzerine attım. Diğer ölü de geldikten sonra Nejat ve Aylin’e cesetlerin üzerindeki giysileri çıkarmalarını söyledim. Ölülerin giysilerini soyup çıplak bıraktıktan sonra onları tahtaların üzerine yerleştirdiler. Artan odunları onların üzerine dizdik ve tahtaların yeterli olmadığını görünce biraz daha odun toplamalarını söyledim.

“E, yetmez mi işte?” diye isyan etti Nejat. “Yakalım işte, daha ne uğraşıyoruz, canım çıktı vallahi ya!”

“İnsan vücudunun yüzde yetmişi sudur.” dedim bir profesör edasıyla. “Yani eğer vücudu çift taraflı har ateşte yakmazsan doğru dürüst yanmaz, piç olur ve muhtemelen polisler tarafından teşhis edilebilir.”

“Anladım,” diye başını salladıktan sonra hızla tahta toplamaya koyuldu. Yerde yatan cesetlerin üzerini görünmeyecekleri kadar odunla kapladıktan sonra benzin bidonunun kalanını bu küçük tepeciğin üzerine boşalttım ve bir sigara çıkarıp yaktıktan sonra çakmağı Aylin’e uzattım. “Hadi,” dedim. “Yak şu herifleri.”

Aylin çakmak yerine elimdeki sigarayı aldı ve derin bir nefes çektikten sonra pek düşünmeden izmariti tahtaların üzerine fırlattı. Bir anda alev alan tahtalar çatırdayarak yanmaya başlayınca ısı yüzünden geri çekildik ve kısa bir süre sonra yanan etin kokusu ciğerlerimize dolmaya başladı. “Şafak sökene kadar ateş yanmaya devam edecek.” dedim. “Sabah olduğunda geriye kalanları uçurumdan aşağıya postalarız.” Gidip kamyonete yaslandım ve ateşe havlayan Butch’u da yanıma çağırdıktan sonra yeni bir sigara yakıp alevlerin ardındaki karanlık vadiyi izlemeye koyuldum.





.7



Tokaları aldığımız mağazada arabanın anahtarları bulmuştum ama bu sefer de alışveriş merkezinin içinde Aylin’i kaybetmiştim. Hemen hepsi kapanmış olan mağazaların arasında koşar adım onu arayıp durdum, kadınlar tuvaletine bile baktım, etrafı temizleyen bir görevliye de sordum ama karı sanki kuş olup uçmuştu. Onun gittiği tarafta alışveriş yaptığımız mağazalara gittim, butikçi kapalıydı, ayakkabıcının da kepengi tamamen inmişti.

Ayakkabıcı dükkanının önünde derin bir ‘hasiktir’ çekip arabaya gitmeye karar verdiğimde kepenklerin ardından belli belirsiz gelen bir kadın çığlığı duydum. Sesin geldiğini doğrulamak için şaşkınlıkla arkamı döndüğümde kapalı dükkanın içinden yeni bir çığlık yükseldi ve ses net bir şekilde “İmdat!...” dedi birader.

Kepenklere eğilip kepengi altından tutarak kaldırdım. Altından sürünerek geçebileceğim kadar mesafe kazandıktan sonra yere yatıp kendimi kollarımın üzerinden çekip iki hamlede dükkanın içine girdim. Elleri arkadan bağlanmış yarı çıplak bir kız çocuğu yerde yatıyordu, ağzı bantlıydı ve ağlamıştı. Aylin masanın üzerindeydi, eteği sıyrılmış elbisesi yırtılmıştı, bacaklarının arasındaki yaşlı ayakkabıcı da ona tecavüz ediyordu. Aylin’le göz göze geldik, ağzı bantlı saçları dağınıktı, yüzünde tarifsiz bir ifade vardı ama karşısında beni gördüğünde sevinçten ağlayacak gibi oldu. İçeri girdiğimi fark eden ayakkabıcı ayaklarına kadar inik pantolonu ve kalkık sikiyle bir iki adım geri çekilip şaşkın ve korku dolu gözlerle bakakaldı.

Ayağa kalkıp onun üzerine doğru yürümeye başladım, eğer lavuğu yakalasaydım indirecektim birader ama tırsan ayakkabıcı geriye doğru bir iki adım daha attı, bacaklarını geniş açmış olmalı ki ayakları paçalarındaki pantolonuna takıldı ve geriye doğru sendeledikten sonra gürültüyle yere devrildi. Düşerken kafasını hızla arkasında duran ortası camdan tahta sehpanın köşesine çarptı. Kırılan camların şıngırtısının ardından masanın üzerinde yatan Aylin’in yanına koşup ağzındaki bandı sökerken yerdeki adamın cam parçalarının üzerine akan beyninin bir kısmını gördükten sonra tüm içtenliğimle, ‘Yarağı yedik…’ diye mırıldandım. “Pezevenk mortu çekti!”

Ağzındaki banttan kurtulan Aylin, “Gebersin orospu çocuğu!” diye tısladıktan sonra sanki kırk yıllık gangstermiş gibi, “Kasadaki bütün paraları al!” dedi.





.8



Gökyüzü pembe bir renge büründüğünde ateş sönmeye yüz tutmuştu ve iki ceset de teşhis edilemeyecek kadar yanmıştı. Yine de işi şansa bırakmamak için ateşi harda tutuyordum. Küllerin uçurumun dibini boyladıktan sonra bulunmaları neredeyse imkansız olacağından ortada bir tek polis arabasını yok etmek problemi kalıyordu, onu da bir şekilde halledecektik. Nejat ve Aylin uçurumun kenarındaki ateşin yanında oturmuş sessizce gündoğumunu izliyorlardı. Butch ile birlikte kamyonetin kenarında her şeyin yolunda olmasının rahatlığıyla bir sigara daha yakmak için elimi cebime attım ama paketim bitmişti. “Süper seri katiller?” diye seslendim uçurumun kenarındakilere, “Sigaranız var mı?”

Tünediği yerden ceplerini yoklayan Nejat arabasını işaret etti ve “Torpido gözünde olması lazım paketin.” dedi. Arabaya gidip ö koltuğa oturdum ve torpido gözündeki sigara paketini almak için elimi uzattım. Ellerim paketi kavradığında gözlerim arka koltuğun dibinde duran siyah torbaya takıldı. Elimi torbanın içine attığımda bir tomar para destesine rastladım, poşetin içi parayla doluydu, ne kadar olduğunu bilmiyordum ama oldukça yüklü bir miktar olduğu kesindi. Poşeti orada bırakıp sigara paketiyle arabadan çıktım ve bütün planımı değiştirdim. Artık bu işin bir şakası kalmamıştı ve bana anlatılan bütün o sapık ayakkabıcı palavrasının yalan olduğunu kesinleştirmiştim. Ateşteki herifi para için öldürmüşler ve bana da kendi masallarını düzmüşlerdi, bütün bu bit yeniğinin Nejat’ın başının altından çıktığına emindim.

Sigara paketinin içinden bir tane aldıktan sonra yaklaşarak paketi Nejat’a attım. Yanlarına kadar gelip sigaramı yaktıktan sonra manzaraya baktım. Uçurumun bir metre kadar yakınında oturan Nejat ağzına koyduğu sigarayı yakmak için eğildiği sırada omzumdaki pompalı tüfeği çekip kabzayı kafasına geçirdim. Nejat uçuruma doğru yan yattı, doğrulmasına fırsat bırakmadan onu elbisesinden tuttuğum gibi aşağıya ittim. Şaşkınlık dolu uzun bir çığlık atarak kayalıklardan aşağıya yuvarlanınca hızla yanı başımda oturan Aylin’e döndüm ve “Başından beri,” dedim. “Beni bu bokun içine bulaştırmayacaktın!”

Aylin korkudan ağzı açık bir halde oturduğu yerde gerileyerek ayağa kalktı ve arkasındaki ateşe doğru bir iki adım attı. Aramızda birkaç metre mesafe olduğundan dolayı parmağımı havaya kaldırıp Aylin’i işaret ettikten sonra “Saldır Butch! Saldır oğlum!” diyerek köpeğe komut verdim. Bir fişek gibi harekete geçen Butch ateşin önünde dikilen Aylin’in üzerine sıçrayarak göğüslerine çarptı, kız kesik bir çığlık attıktan sonra sendeleyerek ateşin içine düştü. Butch hırlayarak ateşin kenarından onun paçalarını çekiştirip bacaklarını ısırırken Aylin’in saçları pis bir koku ve duman bulutu çıkarak alev aldı, acısını dindirmek için pompalıyı kafasına doğrultup beynini çatırdayan odunların üstüne saçtım.



Polis arabasını ve mavi külüstürü Nejat’ın ardından uçuruma yuvarladıktan sonra öğlene kadar yanmaya devam eden ateşin başında bekledim ve üç cesedin de tamamen toz olduğundan emin olduktan sonra külleri tepeden aşağı süpürüp ateşin kalıntılarını yok ettim. Polisler uçurumun dibindeki arabaları ve Nejat’ın cesedini bulduktan sonra olayı çözdüklerini varsayacaklardı. Birkaç hafta arkadaşlarının cesetlerini arayacak ama sonunda bir sonuç alamayacak ve olayın suçunu Nejat’a yükleyeceklerdi.

Siyah torbanın içindeki parayı saydığımda emeklerimin karşılığını aldığımı düşünerek keyiflenmiştim. Tepenin eteklerindeki ormanlık vadiye bakarken Butch’un kafasını okşadım, “Yeni bir eve taşınmak ister misin Butch?” diye sordum. Dili dışarıda kuyruğunu sallayarak bana baktı. “Bu sefer deniz kenarında bir ev olsun. Küçük bir tekne de alır ve şansımızı balık tutarak deneriz. Toprak ve ormanı kum ve deniz ile değiştirelim ha, ne dersin oğlum?” Butch kuyruğunu sallayarak iki kere havladı, gülümsemekten kendimi alamadım.





.fin



Nisan 09- İstanbul

15 Ağustos 2010

.panik anı, sol koluma yara bandı*

Gözlerimi kolumdaki serum yolundan kaldırıp, ‘Sen neyden buradasın hacı?’ diye soruyorum.



‘eroin.’



‘geçmiş olsun, işin zormuş.’



‘Sen?’



‘Boktan boktan şeyler işte… ama mazide kaldı hepsi.’



‘Sana da geçmiş olsun birader. O dün gelen kız, kız arkadaşın mıydı?’



‘Hayır, sanmıyorum. Bir arkadaşımdı.’



‘Bacım olsun, çok güzel kız.’



‘Eyvallah da kapatalım derin mevzuları...’



‘Selamın aleyküm babalar, napıyonuz?’



‘Çekirdek çitliyoruz moruk, başka napıcaz amına kodumun yerinde.’



‘İyidir iyidir çekirdek.’



‘Aleyküm selam kardeşim.”



‘Üst katta lavuğun biri krize bağlamış gene, yatağa bağlamışlar 2 saattir deli gibi bağırıyor. Altına sıçmış kamil…’



‘Eroin adamı sıçırtır, taşa düşen başa düşer, kokain parayı bitirir, alkol yuva yıkar, ottur günahı yoktur… başka ne vardı lan?’



‘ha ha ha! ne enteresan adamsın lan sen.’



‘beni geç de çekirdek çitle moruk.’



‘sen neyden yatıyorsun kardeşim?’



‘Tiner, ex, taş, kokain, alkol… Ne bulsam içiyordum ben. 19 senedir… bi eroine bulaşmadım şükür.’



‘kolundaki kesikler de sağlammış… dövmeler bile kapatmamış lan… Hayatımda böyle derin façalar görmedim valla.’



‘bunlar bişey değil, aha göğsümdekilere bak.’



‘vay anasını… maşallah… ben içeri kaçıyorum beyler, ilaç alıcam… görüşürüz…’



‘görüşürüz birader…’



‘oha amına koyim paramparça yapmışsın lan göğsünü. ne yaptın oğlum lan kendin kör bıçakla ameliyat mı ettin?’



‘yaptık işte Alican. Polisler zorladı kendimi doğradım, kız bastı gitti yine doğradım, kafayı güzel yaptım doğradım, kafam attı doğradım. Bunların çoğu bıçak izi… Neyse, al bi sigara yak.’



‘yok moruk, saol yeni attım. Ver ama amına koyim kulak arkası yapayım, uzatılan sigara geri çevrilmez.’



‘aynen.’



‘Ben de kollarımdaki X’leri faça sanıyodum… Serum aldın mı?’



‘yok amına koyim bana vermediler bugün. Biz belediyeden geliyoz ya kısıyolar ilacı.’



‘ibneler lan bunlar. hem ibneler hem de kapitalistler.’



‘napıcaksın birader, elimiz mahkum götümüz gardiyan, ne ilaç verseler yutuyoruz, vermeyince de yatıyoruz..’



‘olsun tedavi ediyolar sonuçta.’



‘evet, ediyolar.’



‘moruk sana ne zaman baksam Chopper filmindeki Eric Bana’yı hatırlıyorum lan.’



‘o kim lan?’



‘Kasap diye bi film. Orda da vardı senin gibi bi manyak bi lavuk tam arızaydı. O kendini doğramıyodu ama sikine göre cinayet işliyordu.’



‘benim kadar arıza olamaz birader, ayık ol.’



‘Ayığım kardeşim… Hem de hiç olmadığım kadar ayığım.’



Sonra kolumdaki serum deliğine bakıyorum…








*Sansar Salvo- Panik Anı ft. Fuat Ergin, Sadat X

9 Ağustos 2010

.tanrım kötü kullarını sen affetsen ben affetmem!*



./

…korkunç şeyler gördüm, belleğimin büyük kısmı külle bezeli metalden bir çöplükten ibaret. Ruhumu yaşama bağlayan anılar toprağının üzerinde hatıra tozları, keskin metalinin pasında bin bir türlü hastalık taşıyan bu devasa çöp yığınının ardındaki duvarın arkasındaki renkli bahçenin içinde yerin altındaki bir mahzende tozlu ve kırık rafların üzerlerine dizilmiş çeşitli ebatlardaki eski ayakkabı kutularının içinde yatıyor. Bu mahzenin içine tepeden hafif bir güneş ışığı giriyor, tavandaki tahta pencerenin tabana yansıyan gölgesi hala hayatın içinde olduğumun kanıtı; bu ışık kimi zaman odayı bir cümbüş yerine de çevirebiliyor ama genel olarak tonları hep kapalı.

Evet, korkunç şeyler gördüm, kepaze hayatları, kaybolmuşları ve yaralanmışları, delirmişleri ve sapmışları, kendilerini meşgul edecek bir şeylere adamışları, savaşanları ve çığlık atanları gördüm. Korkunç şeyler gördüm, gözleri çıkartılmış körleri, sağlıksız bakış açıları perdelenmişleri, kaderlerindeki görüntüleri beyin ve kalbe aktaran düşük ve alçak etkili envai çeşit canlının gözlerini ve özellikle de gördüklerimden daha beterini görenleri, gördüm. Döner bıçaklarıyla doğranan sokak çocuklarını, tuğla, pislik ve tozdan bozma tekinsiz binalardaki sefil odaları, yaşama direnen irili ufaklı insanları, ayaklarıma dökülen kendi kanımı bile gördüm. Bir çift gözümle sayısız yolcuyu taşıyıp tahmin edilemez kadar fazla ve farklı yollara açılan bitişi olmayan etaplı otobanları ve o lanetli asfaltın üzerinde denk geldiğim bütün kazaları gördüm. Evet, inkar edemem, kötü şeyler gördüm… ama yine de, bilirsin… aslında, hayat çok güzel.


./

“depresyona mı girdin?”
“hayır”
“emin misin?”
“evet”
“depresyonda gibisin.”
“son 7 senedir depresyondayım
“hiç mi yüzün gülmedi?”
“güldü tabi..
“arabesk mi yapıyorsun madem?”
“tanrım, kötü kullarını sen affetsen,
ben affetmem.”


./

...fantezi yazacak kadar battığım zamanlardı, kafa kırılmaktan milyonlarca atoma ayrılmış sonra bütün parçalar japon yapıştırıcısı dolu bir kasenin içine dökülüp tahta kaşıklarla ezilerek karıştırıldıktan sonra kafatasının içine geri tıkıştırılmıştı. Sarı madenden boruya üflemeyi pek sevdiğimden ve inatçılığımdan dolayı henüz bi pompalı tüfek alabilecek kadar param yoktu, bir işim ya da belirli bir geleceğim de. Herkes gibi kendine has istekleri olan yeryüzüne yapışık bir parazit olduğumun farkına varalı da yıllar olmuştu. Biz infilak etmiş bir jenerasyonduk; gözlerimizi açtığımız andan itibaren dünyanın tekinsiz olduğu bize öğretilmişti, her zaman birilerinin kölesi olmuştuk, hep daha fazlasını istemeye mahkum edilmiştik, televizyon ve medya beyinlerimizi kirletmişti, bitirdiğimiz okullar bir boka yaramamıştı, bütün umutlarımız götümüzde patlamış biz de bu acizliğe teslim olarak kendimizi oyalanacak bir şeylere adamıştık. Boktan bir gezegende boktan şehirlerde boktan yaşam standartlarında boktan hayatlar sürdüren yarı-boktan insanlardık ve emin olduğumuz tek bir şey vardı, hiçbir zaman hayalini kurduğumuz gelecek gerçekleşmeyecekti. Sosyalizm ya da faşizm aynı punk gibi ölmüş, geçmişte kalmıştı. Milenyumun ilk on yılından sonra dünyanın yeni dengesi çoktan oluşmuştu ve içinde olduğumuz zaman para kartellerinin ve şirketlerin sözlerinin geçtiği lanetli bir çağdı ve bizler içimizdeki tüketim çılgınlığı yüzünden her daim geleceği düşünüp daha fazlasını arzularken ilerde bir gün bir pislik gibi duvara yapışacaktık. Acımasız bir sistemin döngüsünde en ucuz şekillerde harcanacak olmamız kaçınılmazdı. Bilinçlerimizin içindeki dipsiz boşlukları hayattaki olaylardan edindiğimiz öğretilerle doldurduğumuz sürece zihinlerimizdeki dokunulmamış tarlaları kirletiyorduk, her öğreti zihnimizi biraz daha paslandırarak dayaktan sertleşmiş götlerimizi nirvananın saflığından bir adım daha öteye tekmeliyordu. Ve belki de, bütün bu durum, doğduğumuzdan sonra kıçımıza vurulan o ilk şaplak ile ilgiliydi.


./

“gitarın sesini daha çok seviyorum zaten.”
“ben sesleri bile bilmiyorum.”
“bildiğin binlerce ses vardır, ambulans, polis sireni, rüzgar…”
“yaamur sesi…”
“en sevdiğin mi?”
“hı hım.”
“sessizliğin sesi.”
“o da güzel aslında, ama biraz sıkıcı.”
“alttan hafif bi müzik çalıcak ama böle..”
Gövdesini karnıma yaslayıp bana biraz daha sokuldu, “O zaman olur, rap olmasın ama..”
“Senin sevdiklerinden çalarız…”
“Fark etmez ki benim için… Yağmur sesi olsun yeter.” Kollarımın arasındaki gövdesinin sıcaklığını hissederken ‘kutsal anlardan biri’ diye düşünüp, tadını çıkardım.


./

Filmcilik mesleğim olduğunda, aynı Çingeneler Zamanı filmindeki Çingene çocuk gibi kendi birikimimi yapmaya başladım. Hala bir tüfek alacak kadar param yok, olsa da bir tüfek satın alacağımı hiç sanmam, belki bir revolver işimi görebilir. Dar pantolon giymeyi sevmediğimden olsa gerek bir rockstar gibi de kendimi öldüremem, düşüncelerimin hepsini kelimelere ve seslere dökemem, elini tuttuğum bir sürtüğe mükemmel bir gelecek vaat edemem ve sorumluluklarım yüzünden katiyen deliremem. Eh, başka bir hayat da yok, intihardan sonra yeniden dirilmeyi umut edemem. Eh, bir tanrı da yok, ona sakso çekip güzel bir şeyler dilenemem. Eh, neticesinde basit yaratıklarız hepimiz, maymunlardan bile daha kıymetsiz ve değersiz, aynı zamanda kırılgan şeyleriz yani bu hayat fazlasıyla tekinsiz ve dolayısıyla ben acımdan beslenirken bu gezegenden çok fazla şeyler bekleyemem. Eh, bu gövdenin içinde hapis durumdayım, kendim seçmiş olmasam da sonuçta varım, oyundan alınana kadar buralardayım, madem öyle kendi hayatımı yaşamaktan başka bir yaşamı tercih edemem.


./

Dünyaya gelmeden önce babam ‘aldıracaksın bu piçi!’ diyerek annemin karnını daha sert tekmeleseydi belki de bugün burada olmazdım. Belki de gözleri ve kulakları bile oluşmamış bir ceninken bizimkilerin o zamanlar iki aile bir arada yaşadıkları o evin tuvaletinde, banyosunda ya da merdivenlerinde bir sancı nöbeti sonrası beni taşıyan gövdeyle tüm bağlantılarımı kopardıktan sonra düşseydim, annemin ayaklarının dibinde, zeminde, kanlar içinde, kirlenmemiş ve huzur dolu bir şekilde uyuyabilirdim. Eğer böyle olsaydı belki 15indeki annem kısa bir şok geçirir, ona ne olduğunu öğrenmek için oraya gelmiş olan teyzem yerde yatan küçük kanlı ve oluşumunu tamamlamamış gövdemi gördüğünde iğrenir ve toprağa gömülmeme bile gerek olmadığını düşünüp beni bir bakkal poşetiyle tıpkı ölü bir fare leşini temizler gibi alarak evinin alaturka tuvaletinin hela deliğine attıktan sonra ardımdan bir kova da su dökerdi. O zaman dünyaya peydahlandığım yatağın bulunduğu o apartmanın kömürlüğündeki boruların çevresinde yaşayan lağım farelerine taze bir ziyafet olabilirdim belki de.


./

“Hişş ne dicem, bak bi poşete sıçim sonra da torbayı şu nehirdeki balıkçıların kafalarına fırlatıp kaçalım.”
Bir kahkaha attı, yüzüne baktım sonra gülümseyerek öksürdüm, dilime tütün tadı geldi, yüzümü ekşiterek gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Çimenler ıslak yıldızlar parlak pantolonlarımızın kıçları nemlenmişti. Sırtüstü uzandım, karnıma yaslandı ve üzerime tırmanıp yıldızların önünü kapadı. Tırnaklarını belime geçirip suratını suratıma yaklaştırdı, birbirimizin gözlerinin derinliklerinde kaybolduk bir an, sonra dudaklarıma yaklaştı, dilini yakalamak için ağzımı açtım ama o ağzımın içine geğirdi. Midesinden gelen öğütülmüş bira ve patates cipsi kokusunu soluyarak hafifçe gülümsedim ve tırnaklarımı kıçına dişlerimi dudaklarına geçirdim.


./

“aslında o kadar umutsuz biri değilim.”
“canavar gibisin sen.”
“dünya ordularının saldırısına uğramış bi canavar.”
“dünyayı gezseydik keşke..”
“amsterdam’a taşınalım, kırmızı duvarlı bi ev alalım, kendi seramızı yapalım, hazır kahve içip battaniyenin altına girip bütün gün film izleriz.”
“olur.”
“olabilir.”
“olsa keşke..”
“olcaksa daha sağlam bi hayal kuralım.”
“kaç saniyemiz kaldı?”
“bilmem, hızlı olalım biraz.”
“tamam, önce sen,”
“bir dilek hakkı mı?”
“hı hım,”
“hum… bir oda dolusu çilekli pasta diliyorum!”
“…”
“sıra sende,”
“dünyaya geldiğim o ana geri dönmeyi diliyorum.”
“…”
“…”
“ben de.”


./

“Yaşayan herkes hastadır,” dedi içlerinden biri, “Hapis edildiği gövdenin içinde kaderiyle şekil alan ruhun binlerce zaafı vardır, bunlar karaktere göre değişebilir fakat bütün ruhların en büyük ve ortak zaafları ölümlü olmalarıdır.”

 “Götüne ilk şaplağı yiyene kadar, moruk,” dedi öteki. “Rahimden dışarı çıkıp kıçına ebenin ilk şaplağını yiyerek hayatının ilk şokunu geçirinceye kadar ki kafa var ya… işte orası.. nirvana orası… Sanırım hepimiz için her şey ilk olarak orada bozuldu, sonra karşı koymaya çalıştık ve çürüme devam edip yayıldı. ”



.bit

*Başlık- Ali Tekintüre& Fairuz Derinbulut- Sen Affetsen Ben Affetmem

Ekim 09

.keşke uzaylılar gibi yeşil olsak

“Uzay gemileri, moruk” dedi. “Uzay gemileri aslında gelecekten günümüze gelen zaman makinelerinden başka bir şey değiller.” Gözlerimi diğerinden kaldırıp ona baktım. “Üç yüz sene sonrasının teknolojisi için gayet mümkün,” diye devam etti ağzındaki dumanı üfleyerek. “Evrende bizden başka yaşayan türlerin olduğunu inkar edemeyiz. Kesinlikle bir yerlerde birileri var, bu tartışılamaz bile. Yine de onların bir uzay gemisi yapabileceklerini ya da bizi ziyaret etmeye geleceklerini filan sanmıyorum. Bizimkiler bazı durumları düzeltmek için zamanda geriye dönüyor sadece, olay bundan ibaret.”


“Uzaylılar yeşil olur.” diye mırıldandı öteki. Yatağın üzerine uzanıp gözlerini tavana dikmişti.



Onu düşündüm. Bilmem kaçıncı kez aklıma geldi, vücudumun ve ruhumun her yerine bir kez daha işledi, karşı koyamadım, engel olamadım. Onu öldürdüğümü sanıyordum, aslında ilk kurşunu o sıkmıştı, hiç direnmeden düşmüştüm. O silahını kılıfına geçirip çıplak ayaklarının üzerinde uzaklaşırken bir süre yerde kalmış sonra ayağa kalkıp yaramı temizlemiş ve içimde onunla ilgili ne varsa hepsini imha etmiştim. Paslı bir çöp kutusunun içinde güzel bir şeylerin yanıp küle dönmesini izlemiştim. Her neyse, kendini topla ve düşünme oğlum, ansızın bastırıp duygularını kırıveren bu şok etkisindeki nöbetlere karşı direncini koru. Hiçbir şey ve hiç kimse sabit değildir, yaşam hareketten ibarettir; giden dönse bile geride bıraktığı aynı yerde olmaz. Siktir et, bir ölü asla mezarından hortlamaz.





“Gelecek yirmi sene içerisinde bir nükleer savaş yaşandığını düşün,” diye devam etti sandalyedeki. “Farz edelim ki, üçüncü dünya savaşı çıktı ve bütün taşaklı ülkeler birbirlerine nükleerleri çaktı. En verimli topraklar yarağı yedi. Şimdi tek tek nükleer bombaların etkilerini saymayacağım, bunları hepimiz biliyoruz zaten. Ama böyle bir savaştan yıllar sonra doğacak olan yeni neslin eciş bücüş olması gayet normal. İnsanlık gelecekte yaşanacak nükleer bir savaştan sonra evrim geçirecek yani. Uzaylılar gelecekten günümüze gelen genleri bozulmuş ve gelişmiş insanlar… Yeşil olmalar genetiklerindeki o bozulmayla ilgili…”

“Keşke yeşil olsaydık.” diye mırıldandı yataktaki yattığı yerden ellerine bakıp onların yeşil olduğunu düşünerek. “Genimizle oynatabiliyor muyuz? Onun teknolojisi çıkmadı mı daha?”

“Yeşili bilmem ama benim içim zenci, moruk.” dedi öteki. “İçimde kahrolası bi zenci var.”

“Yüzümüz beyaz ama götümüz zenci.” dedim. “Bu şehrin diğer bütün piçleri ve sürtükleri gibi.”



Onu düşündüm. Yıllar sonra ringe çıkan iki rakip gibi olmanın bir anlamı yoktu ama yine de sevişmekten çok dövüşmek istemiştim ve sürtük beni yere sermişti. Bu yüzden ondan nefret ediyordum ve yine bu yüzden onu seviyordum. Ama düştüğüm yerden onu düşünmek ve istemek bana onu geri getirmiyordu ne yazık ki, sadece acımı arttırıyordu. Yine de inatla direniyor ve dayanıyordum. Kendime acıdan şoklar yaratıp irade sınırlarımı zorluyor böylece hayatta olduğumun farkına varıyordum. Bu şoklarla acizliğimi sınıyor ve güçleniyordum. Kendimle savaşmak bütün savaşlardan daha beterdi. Zihnimin olumsuz düşünce filolarıyla vurup durduğu kalbim Bağdat gibiydi. Çatık kaşlarımda savaşın izleri kendilerini belli ediyordu ama hayat shoot-em bir mucize misali devam ediyordu. Yine de bütün bunlara rağmen bazen gülüyor ya da kendimi harika hissediyordum; inkar edemem çoğu zaman hayatı seviyordum.





“Ne diyorsun moruk, rap iyidir değil mi?” dedi.

“Gitarın sesi de iyidir, aslında.”

“Gitarın sesi de iyi moruk ama rapin kendine göre bir havası var. Ritmi yakalayan bir mc’nin kopma ihtimali olan bir teli yok mesela.”

“Tellerimden nefret ediyorum.” dedi diğeri. Tavanı izlemeye devam ediyordu.

“Senin telin mi var kızım ya?” dedi öteki. “Hangi tellerinden?”

“Bam tellerimden.” Sonra tekrarlamaya başladı, “Bam, bam, bam…”



Onu düşündüm. Hattaki bütün teller gerilmiş ve kopmuştu. Yıkım tüm şehir uykudayken ansızın gelen bir deprem gibi hızlı, kesin ve etkili olmuştu. Şanslı bir herif olduğum için gebermemiştim. Geçmişte bundan çok daha ağırlarının üstesinden geldiğimi biliyordum ama bir sarsıntı yaşandığı kesindi. Enkazdan arta kalan üçayaklı kırık bir sandalye gibiydim. Hayır oğlum, kendine vurmaya bir ara ver, ruhunu o kadar fazla dövdün ki Brus-Lii’nin karın kasları gibi oldun. İnan bana bundan daha kötüsü olamaz. Bir sürtük çoğu zaman bir sürtükten çok daha fazlasıdır, bir herife olmayacak şeyler yaptırabilir ve tek başına ayakta sıçmaktansa onun ojeli elini tutarak rüzgara karşı işemek daha iyidir.





“Moruklar,” dedi sandalyedeki. “Bir kere herifin teki bam telimi attırmıştı. Banka kuyruğunda sıra bekliyorduk ve orospu çocuğu sırada bekleyenlere aldırmadan en öne geçmeye çalıştı. Yirmi dakikadır orada dikiliyordum ve yavşağı önce uyardım ve sıraya geçmesi gerektiğini söyledim. Ama beni dinlemedi. Yeniden uyardım, sonra bir kez daha. Sonra arkasından tuttum ve ‘hop, bilader’ dedim, lavuk dönünce de ağzının ortasına kafayı yerleştirdim.”

“Uhş…” diye iç geçirdi diğeri. “Çok canı acımıştır var ya…”

Sandalyedeki heyecanla, “Burnu kırıldı!” dedi. Gözünde gurur parıltısı gördüm bir an. “Sanırım birkaç dişi de döküldü... Hak etmişti ama!” Sigarasını küllüğe koyup bana döndü, “Peki ya sen moruk, senin hiç bam teline bastılar mı?”

Cevap vermedim, odada bir sessizlik oldu. Yataktaki tavana bakarak ‘bam, bam, bam,’ diye mırıldanmayı sürdürdü, diğeri küllükteki sigarasına döndü.



Onu düşündüm. O kendimi imha edebilmem için sevgiden öte bir nedendi. Ben kendine vurmayı seviyordum, kendimi alt etmeye bayılıyordum, yaşamak için bedel ödemek ve kasları sertleştirmek gerektiğine inanıyordun ve bunun için sebepler aranıyordum; belki başka türlü var olamıyordum, başka türlü ayakta duramıyordum, tutunamıyordum belki. Fak-it. Bir süre önceydi, bir şey tokatladı sonra uyandım, hayallerime doğru biraz daha yaklaşıp onu yeniden kazandım. Şimdi bütün korkularıma kafa atıyorum, çoğunun ağzını burnunu dağıttım ve ciğerlerime krom işlemiş olsa bile havanın bir süre sonra düzeleceğinin farkındayım, şükredip olayımı kovalamak dışında yapacağım başka şey yok. Kendine vurmayı kes artık. Bir süre hayatla ve insanlarla uzlaş, bir mola ver, kendini acıtmak ya da ruhunu incitmek yerine bisiklete başla mesela ya da daha fazla seviş.





“Hayır,” dedim neden sonra. “Son birkaç senedir efendi bir adam gibi takılmaya çalışıyorum.” Sandalyedekinin devam etmemi istermiş gibi bana baktığını görünce, “Yani biri kuyrukta önüme geçti diye ona kafa atmam.” dedim. “Sikimde olmaz, çünkü ben de birilerinin önüne geçmişimdir o kuyrukta. Kuyruklara pek inanmam, daha büyük sorunlar da var kafa atılması gereken. Sistemin içindeysen hayat böyledir. ”

“Hayat böyle midir?” diye sordu şaşkınlıkla. “ Bence kurallara uymak gerekir.”

“En azından yaşadığımız zamanda böyle.” dedi yataktaki, sonra tavana doğru kaldırdığı elini inceleyerek mırıldandı. “Anarşiyi seviyorum.”

“Ben de, bebek.” dedim tüm kalbimle.

Havadaki elini indirip sıkıntıyla iç geçirdi ve bir çocuk edasıyla “Yeşil olmak istiyorum!” deyip lenslerini gözlerimin içine dikti. “Keşke uzaylılar gibi yeşil olsak ne güzel olurdu var ya...”

“Keşke,” diye mırıldandım, “Keşke…”



Onu düşündüm. Eğer kendimi yaralayarak ayakta tutmasaydım şimdiki ben olamazdım, şimdiki ben olmasaydım onunla olamazdım.





.fakhör

.ruh ruleti

derinlik sarhoşu

bulutun üzerinde

tarifsiz acı

tarafsız bölge

yıkık duvarlarda

kırık parmaklar

anıların uyuduğu

toplu mezarlar

göz yanılsaması

kramplı sancılar

tutku füzeleri

yıkılan defanslar

nikotin bantları

yara kabukları

kalp tasması

ruh kelepçesi

tırnak piçleri

lazer kesikleri

kırık tuğlalar

dinamit fitili

kaos tribi

kırık umut

bozuk bir ruh

pas tutan sulh

yaralanmış

parçalanmış

piç edilmiş

mızraklarla

ruh ruleti

sanki birazdan

ölecekmişiz gibi,

öp beni.





dudaklarımdan çekti

şarap süngeri dilini

sürekli ölüyoruz, dedi

doğduğumuz andan beri

durmaksızın ölüyoruz.

biliyorum, dedim

yola çıktığımızdan beri

bitişe ilerliyoruz

yaşadığımıza inanırken

aslında çürüyoruz.

siktir etmemiz gerekirdi

bu tip fikirleri

ama infilak kafası

kırılmış aynalar

kapanmayan bir yaradan

ayakucumuza damlayan

durdurulamaz kan

toksinli nehir misali

zehirleyerek akan

sakinleş yine de

derin bir nefes al

yorma zihnini

dışarıda bir yerlerde

bir bomba var

acılarımızı dindirecek

bu mikrop yuvası şehri

tüm sokakları

bütün caddeleri

evlerin odalarını

etki alanı içindeki

her şeyi

hiç edecek

bir bomba var

dışarıda bir yerlerde

ne sen ne de ben

önemli değiliz

toplu bir yıkımı

düşündüğümüzde

bizler harcanabiliriz

kirli ve değersiziz

ölerek deneyimliyoruz

gövdedeki esaretimizi

vakti geldiğinde

kozadan çıkan kelebek gibi

çekip gideceğiz

her geçen an

ruh ruleti

sanki birazdan

toza dönecekmişiz gibi,

öp beni.





fitildeki ateş

geri sayım

patlayan bomba

parlayan ışık

gölgeden şehir

ılık rüzgar

devasa mantar

toz bulutu

uçuşan saçlar

son nefes

toplu katliam

her zerremizde

kalıntıları var

zaman geçer

çürüme devam eder

zaman geçer

çürüme devam eder

bir çıkış yok

bu yüzden düşünme

böyle boktan şeyleri

her düşünce

parçalayan

yaralayan

piç bırakan

iddialarla

ruh ruleti

sanki birazdan

infilak edecekmişiz gibi,

öp beni.

.tanrı bizi ikiye böldü

Bazı durumlar vardır


konuşman gerekirken

tek kelime edemezsin,

Bazı duygular vardır

içinde patladıklarında

acıyı tarif edemezsin.

Söylenilmesi gerekenler

asla dile getirilmedi

olması gerekenlerin

gerçekleşmediği gibi.

Onarmayı denersin, yıkarlar

tamir edersin, kırarlar

denemek istersin, bıkarlar

kapıyı çekip çıkarlar.

Oysa çoğundan iyi bilirsin,

kaburgaların altındaki bir kalbi

soğuk kanlı bir vuruşla

tek darbede patlatmayı

ya da hissiz bir şekilde

sikip attığın bir gövdeyi

çöp ateşine fırlatmayı.



Tanrı bizi ikiye böldü

eksik kaldık,

denedik ve parçalandık

bütün bu bok

yalnız yaratıldığımız için.

Tanrı bizi ikiye böldü

tamamlanamadık

ağır hasarlar aldık

ama bütün bu bok

gözlerimizi tek başımıza

kapadığımız için.



gerçekleşmesi gereken

hayallerimiz vardı

beni ayağa kaldırdı,

oysa ben ölmüştüm

üç buçuk duvarlı odamın içine

lanetli ruhumu gömmüştüm

vazgeçmiştim, pes etmiştim

beyaz bayrağı çekmiştim

tüm evren ve içindeki her şey

will be burn demiştim

yine de ne zaman kalksam

elimden gelenin en iyisini denedim.

karşılanması gereken

ihtiyaçlarımız vardı

ipin bir ucunda ölmüş ruh

öbür ucunda tüketim kafası.

böyle zamanlarda

arabaları kundaklamak

bütün bankaları uçurmak

mutlu taklidi yapanları vurmak

zamanı durdurmak ya da

kabloları kopartmak istersin,

bir makasla

belki bir meyve bıçağı

yeni kesikler açarak

acını hafifletmek.

intiharı hiç denemedim

vakitsiz öfke nöbetlerinde

birkaç kere kendimi kestim

bu yüzden hep suçluluk hissettim

ama izler,

bütün o irili ufaklı kesikler,

makasla açılmış üç çizgi ve

falçata izi sol göğsümdeki

birikmiş acıların tahliye bölgeleri sanki.



tanrı bizi ikiye böldü,

yaralandık

bütün bu bok

daha fazla kanamak için.

tanrı bizi ikiye böldü,

iyileşmek istedik

onarılamadık

ama bütün bu bok

ruhun her zerresinde

yeni tahribatlar yaratmak için.



bir düşün

yaşanabilme ihtimali

birileri silahını önce çekti

ve gölgelerimiz yere devrildi.

denediğimiz kadar kaybettik

ama her ölümünden sonra

inatla yeniden dirilip

tırnaklarımızı tabuta geçirdik.

Oysa kollarımda olmasını dilerdim

belki birbirimize tutunarak

pisliği temizlemeyi denerdik ama o

yalnız da başının çaresine bakabilir.



Tanrı bizi ikiye böldü,

bunu umursamadık

mezarlarımızda ayaklandık

çünkü bütün bu bok

savaşa yeniden katılmak için.

Tanrı bizi ikiye böldü,

parçalandık

rüzgarda dağıldık

ama bütün bu bok

asla bir bütün olamadığımız için.



Kararsızlığında uğradığı bir liman gibi

iskeleme attı teknesinin iplerini

suda ateş alan benzin varili

tırnakları kırık ayakları kirli

ve ölümünün adil olacağına inanan

çok içen bir piçin

yarısı sulara gömülü

çürümüş iskelesi.

tüm isteklerine tecavüz edilmiş

tüm umutlarının boğazı kesilmiş

bütün arzuları çarmıha gerilmiş

ruhu yaşama isteğini yitirmiş

iskele gövdesini sulara bırakacak

dalgalar pas ve tozunu yutacak

şükürler olsun, bir gün son bulacak.

ama son ana kadar,

O son siktiğimin anına kadar

güneş doğar ve güneş batar.



tanrı bizi ikiye böldü,

dağıldık

bütün bu bok

piç edildiğimiz için.

tanrı bizi ikiye böldü,

yalnız gövdelerde

binlerce parçaya ayrıldık

ama bütün bu bok

güvenli bir sığınak arandığımız için.


.güneşdoğarvegüneşbatar

.bir bayram günü romansı

eskilerine hiç benzemeyen


bir bayram sabahıydı

kurban bayramıydı

şehrin nehirleri az sonra

şafak gibi kırmızı olacaktı

erken bir vakitte

evden dışarı çıkıp

ellerimi cebime sokup

mükemmel bir gün için

yürüdüğümü düşünmüştüm

denize baktığımda dünya çok büyük diyordum

biz de çok küçüğüz

sadece gelip geçiciyiz

evrenin bir köşesinde türemiş

hastalıklı mikroplarız biz

bu yüzden her şey önemsiz

zaman geçecek ve yitip gideceğiz

sonra hiçbir şeyin anlamı kalmayacak

bizi bu kadar rahatsız yada mutlu eden

irili ufaklı her şey bir gün yok olacak

neyse, ne diyordum

bir bayram sabahıydı

eskilerine hiç benzemeyen

çocukken kardeşimle birlikte

heyecanla uyanır

bayramlık elbiselerimizi giyip

bizimkilerin ellerini öper

bayramlaşır ve harçlık toplardık

anne, baba, teyze, amca, öteki amca, yenge

listemiz bu kadardı

gettoda birbirine yakın apartmanlarda yaşardık

topladığımız harçlık

en fazla birkaç torpil

oyuncak tabanca yada

yeni bir futbol topu alacak kadar çıkardı

bazen daha fazla

eller öpüldükten

haller hatırlar sorulduktan sonra

sokağa çıkardım

mahalledeki kankalarımla

evin önündeki arsada

tek kale maç yapıp

boncuk atan silahlarla çatışır yada

torpille tuğla patlatırdık

o zamanlar bütün paramı

atari salonlarına yada patlayıcılara yatırırdım

kesim alanları henüz icat edilmemişti

millet kurbanı sokakta keserdi

her bayram en az iki kesimi seyrederdim

küçük amcam kurban kesmeyi bilirdi

‘Ya Allah Bismillah’ diyip

bıçağı koyunun gırtlağına geçirirdi

fakat cinayeti görmek sorun değildi

çünkü tanrılar kurban istemekteydi

dinimiz gereği kurban kesmek caizdi

sonuçta Allahın isteğiydi.

kafası noksan koyunun gövdesi hala titrerken

taze kanın kokusu ciğerlerimize inerdi,

amcam yerdeki kana parmağını batırıp

elini alınlarımıza değdirirdi.

akşama yenilecek taze etle çekilecek ziyafet

ve sırat köprüsünden

kesilen koyunların sırtına binerek geçmek fikri

cinayetin hafifletici nedenleriydi

ayaklarımızın dibindeki kan birikintileri…

when I was a child

bayramlar ilkbahara denk gelirdi

babamın arabasına binerdik

uzaktaki akrabaları ziyaret için

şehrin caddelerini gezerdik

akşamları eve döndüğümüzde

hepimizde hoş bir yorgunluk olurdu

eskiler…

eskilere hiç benzemeyen bir bayram sabahıydı

kesif bir çiş kokusuyla uyandım

kediyi yakalayıp yüzünü işediği mindere yapıştırdıktan sonra

kafasına iki küçük tokat patlattım

sonra yüzümü yıkadım

bir bardak meyve suyu alıp bir sigara yaktım

çişli minderi arka balkona attım

lost dizisini açıp bir sigara sardım

diziyi söndürünce sigarayı kapadım

kafamı meşgul eden kadınları anımsadım

tek başıma olduğum gerçeğini hatırladım

aşkla ilgili her şeyi aklımdan uzağa attım

ne diyordum,

bir bayram sabahıydı

eskilere hiç benzemeyen

sol topuğumda nedensiz bir sızı vardı

bütün gün yürürken topalladım

bayram tatili için eve gelen kardeşim

öğlene kadar uyanmadı

bilgisayarın başında oyalandım

dışarı çıkıp ekmek kola ve sigara aldım

kahvaltı için birkaç tost yaptım

o yemek yerken bir sigara daha yaktım

bir sigara da paketin içine zulaladım

eski mahalleye gidip

familyalarla bayramlaşacaktım

çünkü bugün bayramdı

iyi bir gün olmalıydı

güzel bir gün yaşamanın peşinde

duygusal bir kız çocuğu gibiydim

5 yada 6 yaşlarında

teletabileri izlerken mutlu olabilen ve

bayram günlerine gereksiz bir önem veren

pembe montlu bir kız çocuğu gibi

ama bugün bayramdı

görülmesi şart olan insanlar vardı

kardeşimle evden çıkıp

iskeleye vardık

fakat deniz otobüsünü kaçırıp

sonraki sefere kaldık

limitlerimi aştım ve bir sigara daha yaktım

çocukluğumdaki o mahalleye

gitmenin pek bir anlamı yoktu

bunu biliyordum

burada durmanın da anlamı yoktu

akşamüstüne doğru

iskeleden vapura bindik

sonra minibüs

ve eski mahalleye geldik

ayaküstü birkaç el öptüm

baba, amca, teyze ve babaanne

teyzemin mutfağına oturup

eski günlerden bahsederek

iki tabak yemek yedim

akşam çoktan inmişti

amcam battaniyenin altına girmişti

teyzem neşesizdi

kuzenim nişanlısına gitmişti

dışarı çıktım

tek başıma kalmıştım

hayatımın ilk zamanlarında

dünya sandığım o sokakta

topallayarak yürümeye başladım

eskilere hiç benzemeyen bir bayramdı

arkadaşlarımdan bir kaçını aradım

kiminin işi vardı, kimi ise uzaktaydı

yolda yürürken

içimde sıkıntıyla düşünürken

eminönü otobüsü yanımda durdu

artık bayramların hiçbir anlamı yoktu

pembe montlu kızın kafasına sıktım

otobüse atladım ve cam kenarında bir koltuk kaptım

mp3 çalarımı çıkardım

kulaklıklardan biri elimde kaldı

aldırmayıp kulağıma taktım

ve aletin düğmesine bastım

fakat ışığı yanmadı

çünkü şarjı kalmamıştı

düşen bir borsa çizelgesiydim

yol akmaya başladı

yolu izlemeye başladım

tüm şehir gacileri çekmişti

tüm erkekler iyi giyimli

tüm kadınlar güzeldi

otobüs eminöne geldi

iskeleye gittim

vapura bindim

en üst kata çıkıp şehri izlerken

sigara paketimdeki cointu

vapurda öldürebilir miyim diye

kendimle iddiaya girdim

sonra kendime yenildim

boğaz dingin ve soğuktu

siyah sulara spot ışıklar vuruyordu

inceden üşüyordum

bir bayram günüydü

eskilere hiç benzemeyen

gemileri suya indirmiştim ben

hiçliğe doğru ışık hızıyla giderken

kendimi yaşlanmış hissediyor

an ve anılar arasında çelişiyordum

neyse, ne diyordum…