./
…korkunç
şeyler gördüm, belleğimin büyük kısmı külle bezeli metalden bir çöplükten
ibaret. Ruhumu yaşama bağlayan anılar toprağının üzerinde hatıra tozları,
keskin metalinin pasında bin bir türlü hastalık taşıyan bu devasa çöp yığınının
ardındaki duvarın arkasındaki renkli bahçenin içinde yerin altındaki bir
mahzende tozlu ve kırık rafların üzerlerine dizilmiş çeşitli ebatlardaki eski
ayakkabı kutularının içinde yatıyor. Bu mahzenin içine tepeden hafif bir güneş
ışığı giriyor, tavandaki tahta pencerenin tabana yansıyan gölgesi hala hayatın
içinde olduğumun kanıtı; bu ışık kimi zaman odayı bir cümbüş yerine de
çevirebiliyor ama genel olarak tonları hep kapalı.
Evet, korkunç
şeyler gördüm, kepaze hayatları, kaybolmuşları ve yaralanmışları, delirmişleri
ve sapmışları, kendilerini meşgul edecek bir şeylere adamışları, savaşanları ve
çığlık atanları gördüm. Korkunç şeyler gördüm, gözleri çıkartılmış körleri, sağlıksız
bakış açıları perdelenmişleri, kaderlerindeki görüntüleri beyin ve kalbe
aktaran düşük ve alçak etkili envai çeşit canlının gözlerini ve özellikle de
gördüklerimden daha beterini görenleri, gördüm. Döner bıçaklarıyla doğranan
sokak çocuklarını, tuğla, pislik ve tozdan bozma tekinsiz binalardaki sefil
odaları, yaşama direnen irili ufaklı insanları, ayaklarıma dökülen kendi kanımı
bile gördüm. Bir çift gözümle sayısız yolcuyu taşıyıp tahmin edilemez kadar
fazla ve farklı yollara açılan bitişi olmayan etaplı otobanları ve o lanetli
asfaltın üzerinde denk geldiğim bütün kazaları gördüm. Evet, inkar edemem, kötü
şeyler gördüm… ama yine de, bilirsin… aslında, hayat çok güzel.
./
“depresyona mı girdin?”
“hayır”
“emin misin?”
“evet”
“depresyonda gibisin.”
“son 7 senedir depresyondayım
“hiç mi yüzün gülmedi?”
“güldü tabi..
“arabesk mi yapıyorsun madem?”
“tanrım, kötü kullarını sen
affetsen,
ben affetmem.”
./
...fantezi yazacak kadar battığım
zamanlardı, kafa kırılmaktan milyonlarca atoma ayrılmış sonra bütün parçalar
japon yapıştırıcısı dolu bir kasenin içine dökülüp tahta kaşıklarla ezilerek
karıştırıldıktan sonra kafatasının içine geri tıkıştırılmıştı. Sarı madenden
boruya üflemeyi pek sevdiğimden ve inatçılığımdan dolayı henüz bi pompalı tüfek
alabilecek kadar param yoktu, bir işim ya da belirli bir geleceğim de. Herkes
gibi kendine has istekleri olan yeryüzüne yapışık bir parazit olduğumun farkına
varalı da yıllar olmuştu. Biz infilak etmiş bir jenerasyonduk; gözlerimizi
açtığımız andan itibaren dünyanın tekinsiz olduğu bize öğretilmişti, her zaman
birilerinin kölesi olmuştuk, hep daha fazlasını istemeye mahkum edilmiştik,
televizyon ve medya beyinlerimizi kirletmişti, bitirdiğimiz okullar bir boka
yaramamıştı, bütün umutlarımız götümüzde patlamış biz de bu acizliğe teslim
olarak kendimizi oyalanacak bir şeylere adamıştık. Boktan bir gezegende boktan şehirlerde
boktan yaşam standartlarında boktan hayatlar sürdüren yarı-boktan insanlardık
ve emin olduğumuz tek bir şey vardı, hiçbir zaman hayalini kurduğumuz gelecek
gerçekleşmeyecekti. Sosyalizm ya da faşizm aynı punk gibi ölmüş, geçmişte
kalmıştı. Milenyumun ilk on yılından sonra dünyanın yeni dengesi çoktan
oluşmuştu ve içinde olduğumuz zaman para kartellerinin ve şirketlerin
sözlerinin geçtiği lanetli bir çağdı ve bizler içimizdeki tüketim çılgınlığı
yüzünden her daim geleceği düşünüp daha fazlasını arzularken ilerde bir gün bir
pislik gibi duvara yapışacaktık. Acımasız bir sistemin döngüsünde en ucuz
şekillerde harcanacak olmamız kaçınılmazdı. Bilinçlerimizin içindeki dipsiz
boşlukları hayattaki olaylardan edindiğimiz öğretilerle doldurduğumuz sürece
zihinlerimizdeki dokunulmamış tarlaları kirletiyorduk, her öğreti zihnimizi
biraz daha paslandırarak dayaktan sertleşmiş götlerimizi nirvananın saflığından
bir adım daha öteye tekmeliyordu. Ve belki de, bütün bu durum, doğduğumuzdan
sonra kıçımıza vurulan o ilk şaplak ile ilgiliydi.
./
“gitarın sesini daha çok
seviyorum zaten.”
“ben sesleri bile bilmiyorum.”
“bildiğin binlerce ses vardır,
ambulans, polis sireni, rüzgar…”
“yaamur sesi…”
“en sevdiğin mi?”
“hı hım.”
“sessizliğin sesi.”
“o da güzel aslında, ama biraz
sıkıcı.”
“alttan hafif bi müzik çalıcak
ama böle..”
Gövdesini karnıma yaslayıp bana
biraz daha sokuldu, “O zaman olur, rap olmasın ama..”
“Senin sevdiklerinden çalarız…”
“Fark etmez ki benim için… Yağmur
sesi olsun yeter.” Kollarımın arasındaki gövdesinin sıcaklığını hissederken
‘kutsal anlardan biri’ diye düşünüp, tadını çıkardım.
./
Filmcilik mesleğim olduğunda,
aynı Çingeneler Zamanı filmindeki Çingene çocuk gibi kendi birikimimi yapmaya başladım.
Hala bir tüfek alacak kadar param yok, olsa da bir tüfek satın alacağımı hiç
sanmam, belki bir revolver işimi görebilir. Dar pantolon giymeyi sevmediğimden
olsa gerek bir rockstar gibi de kendimi öldüremem, düşüncelerimin hepsini
kelimelere ve seslere dökemem, elini tuttuğum bir sürtüğe mükemmel bir gelecek vaat
edemem ve sorumluluklarım yüzünden katiyen deliremem. Eh, başka bir hayat da
yok, intihardan sonra yeniden dirilmeyi umut edemem. Eh, bir tanrı da yok, ona
sakso çekip güzel bir şeyler dilenemem. Eh, neticesinde basit yaratıklarız
hepimiz, maymunlardan bile daha kıymetsiz ve değersiz, aynı zamanda kırılgan
şeyleriz yani bu hayat fazlasıyla tekinsiz ve dolayısıyla ben acımdan
beslenirken bu gezegenden çok fazla şeyler bekleyemem. Eh, bu gövdenin içinde
hapis durumdayım, kendim seçmiş olmasam da sonuçta varım, oyundan alınana kadar
buralardayım, madem öyle kendi hayatımı yaşamaktan başka bir yaşamı tercih
edemem.
./
Dünyaya gelmeden önce babam
‘aldıracaksın bu piçi!’ diyerek annemin karnını daha sert tekmeleseydi belki de
bugün burada olmazdım. Belki de gözleri ve kulakları bile oluşmamış bir
ceninken bizimkilerin o zamanlar iki aile bir arada yaşadıkları o evin
tuvaletinde, banyosunda ya da merdivenlerinde bir sancı nöbeti sonrası beni taşıyan
gövdeyle tüm bağlantılarımı kopardıktan sonra düşseydim, annemin ayaklarının
dibinde, zeminde, kanlar içinde, kirlenmemiş ve huzur dolu bir şekilde
uyuyabilirdim. Eğer böyle olsaydı belki 15indeki annem kısa bir şok geçirir,
ona ne olduğunu öğrenmek için oraya gelmiş olan teyzem yerde yatan küçük kanlı
ve oluşumunu tamamlamamış gövdemi gördüğünde iğrenir ve toprağa gömülmeme bile
gerek olmadığını düşünüp beni bir bakkal poşetiyle tıpkı ölü bir fare leşini
temizler gibi alarak evinin alaturka tuvaletinin hela deliğine attıktan sonra
ardımdan bir kova da su dökerdi. O zaman dünyaya peydahlandığım yatağın
bulunduğu o apartmanın kömürlüğündeki boruların çevresinde yaşayan lağım
farelerine taze bir ziyafet olabilirdim belki de.
./
“Hişş ne dicem, bak bi poşete
sıçim sonra da torbayı şu nehirdeki balıkçıların kafalarına fırlatıp kaçalım.”
Bir kahkaha attı, yüzüne baktım
sonra gülümseyerek öksürdüm, dilime tütün tadı geldi, yüzümü ekşiterek
gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Çimenler ıslak yıldızlar parlak pantolonlarımızın
kıçları nemlenmişti. Sırtüstü uzandım, karnıma yaslandı ve üzerime tırmanıp
yıldızların önünü kapadı. Tırnaklarını belime geçirip suratını suratıma
yaklaştırdı, birbirimizin gözlerinin derinliklerinde kaybolduk bir an, sonra
dudaklarıma yaklaştı, dilini yakalamak için ağzımı açtım ama o ağzımın içine
geğirdi. Midesinden gelen öğütülmüş bira ve patates cipsi kokusunu soluyarak
hafifçe gülümsedim ve tırnaklarımı kıçına dişlerimi dudaklarına geçirdim.
./
“aslında o kadar umutsuz biri
değilim.”
“canavar gibisin sen.”
“dünya ordularının saldırısına
uğramış bi canavar.”
“dünyayı gezseydik keşke..”
“amsterdam’a taşınalım, kırmızı
duvarlı bi ev alalım, kendi seramızı yapalım, hazır kahve içip battaniyenin
altına girip bütün gün film izleriz.”
“olur.”
“olabilir.”
“olsa keşke..”
“olcaksa daha sağlam bi hayal
kuralım.”
“kaç saniyemiz kaldı?”
“bilmem, hızlı olalım biraz.”
“tamam, önce sen,”
“bir dilek hakkı mı?”
“hı hım,”
“hum… bir oda dolusu çilekli
pasta diliyorum!”
“…”
“sıra sende,”
“dünyaya geldiğim o ana geri
dönmeyi diliyorum.”
“…”
“…”
“ben de.”
./
“Yaşayan herkes hastadır,” dedi
içlerinden biri, “Hapis edildiği gövdenin içinde kaderiyle şekil alan ruhun
binlerce zaafı vardır, bunlar karaktere göre değişebilir fakat bütün ruhların
en büyük ve ortak zaafları ölümlü olmalarıdır.”
“Götüne ilk şaplağı yiyene kadar, moruk,” dedi
öteki. “Rahimden dışarı çıkıp kıçına ebenin ilk şaplağını yiyerek hayatının ilk
şokunu geçirinceye kadar ki kafa var ya… işte orası.. nirvana orası… Sanırım
hepimiz için her şey ilk olarak orada bozuldu, sonra karşı koymaya çalıştık ve
çürüme devam edip yayıldı. ”
.bit
*Başlık- Ali Tekintüre&
Fairuz Derinbulut- Sen Affetsen Ben Affetmem
Ekim 09
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder