9 Ağustos 2010

.tanrım kötü kullarını sen affetsen ben affetmem!*



./

…korkunç şeyler gördüm, belleğimin büyük kısmı külle bezeli metalden bir çöplükten ibaret. Ruhumu yaşama bağlayan anılar toprağının üzerinde hatıra tozları, keskin metalinin pasında bin bir türlü hastalık taşıyan bu devasa çöp yığınının ardındaki duvarın arkasındaki renkli bahçenin içinde yerin altındaki bir mahzende tozlu ve kırık rafların üzerlerine dizilmiş çeşitli ebatlardaki eski ayakkabı kutularının içinde yatıyor. Bu mahzenin içine tepeden hafif bir güneş ışığı giriyor, tavandaki tahta pencerenin tabana yansıyan gölgesi hala hayatın içinde olduğumun kanıtı; bu ışık kimi zaman odayı bir cümbüş yerine de çevirebiliyor ama genel olarak tonları hep kapalı.

Evet, korkunç şeyler gördüm, kepaze hayatları, kaybolmuşları ve yaralanmışları, delirmişleri ve sapmışları, kendilerini meşgul edecek bir şeylere adamışları, savaşanları ve çığlık atanları gördüm. Korkunç şeyler gördüm, gözleri çıkartılmış körleri, sağlıksız bakış açıları perdelenmişleri, kaderlerindeki görüntüleri beyin ve kalbe aktaran düşük ve alçak etkili envai çeşit canlının gözlerini ve özellikle de gördüklerimden daha beterini görenleri, gördüm. Döner bıçaklarıyla doğranan sokak çocuklarını, tuğla, pislik ve tozdan bozma tekinsiz binalardaki sefil odaları, yaşama direnen irili ufaklı insanları, ayaklarıma dökülen kendi kanımı bile gördüm. Bir çift gözümle sayısız yolcuyu taşıyıp tahmin edilemez kadar fazla ve farklı yollara açılan bitişi olmayan etaplı otobanları ve o lanetli asfaltın üzerinde denk geldiğim bütün kazaları gördüm. Evet, inkar edemem, kötü şeyler gördüm… ama yine de, bilirsin… aslında, hayat çok güzel.


./

“depresyona mı girdin?”
“hayır”
“emin misin?”
“evet”
“depresyonda gibisin.”
“son 7 senedir depresyondayım
“hiç mi yüzün gülmedi?”
“güldü tabi..
“arabesk mi yapıyorsun madem?”
“tanrım, kötü kullarını sen affetsen,
ben affetmem.”


./

...fantezi yazacak kadar battığım zamanlardı, kafa kırılmaktan milyonlarca atoma ayrılmış sonra bütün parçalar japon yapıştırıcısı dolu bir kasenin içine dökülüp tahta kaşıklarla ezilerek karıştırıldıktan sonra kafatasının içine geri tıkıştırılmıştı. Sarı madenden boruya üflemeyi pek sevdiğimden ve inatçılığımdan dolayı henüz bi pompalı tüfek alabilecek kadar param yoktu, bir işim ya da belirli bir geleceğim de. Herkes gibi kendine has istekleri olan yeryüzüne yapışık bir parazit olduğumun farkına varalı da yıllar olmuştu. Biz infilak etmiş bir jenerasyonduk; gözlerimizi açtığımız andan itibaren dünyanın tekinsiz olduğu bize öğretilmişti, her zaman birilerinin kölesi olmuştuk, hep daha fazlasını istemeye mahkum edilmiştik, televizyon ve medya beyinlerimizi kirletmişti, bitirdiğimiz okullar bir boka yaramamıştı, bütün umutlarımız götümüzde patlamış biz de bu acizliğe teslim olarak kendimizi oyalanacak bir şeylere adamıştık. Boktan bir gezegende boktan şehirlerde boktan yaşam standartlarında boktan hayatlar sürdüren yarı-boktan insanlardık ve emin olduğumuz tek bir şey vardı, hiçbir zaman hayalini kurduğumuz gelecek gerçekleşmeyecekti. Sosyalizm ya da faşizm aynı punk gibi ölmüş, geçmişte kalmıştı. Milenyumun ilk on yılından sonra dünyanın yeni dengesi çoktan oluşmuştu ve içinde olduğumuz zaman para kartellerinin ve şirketlerin sözlerinin geçtiği lanetli bir çağdı ve bizler içimizdeki tüketim çılgınlığı yüzünden her daim geleceği düşünüp daha fazlasını arzularken ilerde bir gün bir pislik gibi duvara yapışacaktık. Acımasız bir sistemin döngüsünde en ucuz şekillerde harcanacak olmamız kaçınılmazdı. Bilinçlerimizin içindeki dipsiz boşlukları hayattaki olaylardan edindiğimiz öğretilerle doldurduğumuz sürece zihinlerimizdeki dokunulmamış tarlaları kirletiyorduk, her öğreti zihnimizi biraz daha paslandırarak dayaktan sertleşmiş götlerimizi nirvananın saflığından bir adım daha öteye tekmeliyordu. Ve belki de, bütün bu durum, doğduğumuzdan sonra kıçımıza vurulan o ilk şaplak ile ilgiliydi.


./

“gitarın sesini daha çok seviyorum zaten.”
“ben sesleri bile bilmiyorum.”
“bildiğin binlerce ses vardır, ambulans, polis sireni, rüzgar…”
“yaamur sesi…”
“en sevdiğin mi?”
“hı hım.”
“sessizliğin sesi.”
“o da güzel aslında, ama biraz sıkıcı.”
“alttan hafif bi müzik çalıcak ama böle..”
Gövdesini karnıma yaslayıp bana biraz daha sokuldu, “O zaman olur, rap olmasın ama..”
“Senin sevdiklerinden çalarız…”
“Fark etmez ki benim için… Yağmur sesi olsun yeter.” Kollarımın arasındaki gövdesinin sıcaklığını hissederken ‘kutsal anlardan biri’ diye düşünüp, tadını çıkardım.


./

Filmcilik mesleğim olduğunda, aynı Çingeneler Zamanı filmindeki Çingene çocuk gibi kendi birikimimi yapmaya başladım. Hala bir tüfek alacak kadar param yok, olsa da bir tüfek satın alacağımı hiç sanmam, belki bir revolver işimi görebilir. Dar pantolon giymeyi sevmediğimden olsa gerek bir rockstar gibi de kendimi öldüremem, düşüncelerimin hepsini kelimelere ve seslere dökemem, elini tuttuğum bir sürtüğe mükemmel bir gelecek vaat edemem ve sorumluluklarım yüzünden katiyen deliremem. Eh, başka bir hayat da yok, intihardan sonra yeniden dirilmeyi umut edemem. Eh, bir tanrı da yok, ona sakso çekip güzel bir şeyler dilenemem. Eh, neticesinde basit yaratıklarız hepimiz, maymunlardan bile daha kıymetsiz ve değersiz, aynı zamanda kırılgan şeyleriz yani bu hayat fazlasıyla tekinsiz ve dolayısıyla ben acımdan beslenirken bu gezegenden çok fazla şeyler bekleyemem. Eh, bu gövdenin içinde hapis durumdayım, kendim seçmiş olmasam da sonuçta varım, oyundan alınana kadar buralardayım, madem öyle kendi hayatımı yaşamaktan başka bir yaşamı tercih edemem.


./

Dünyaya gelmeden önce babam ‘aldıracaksın bu piçi!’ diyerek annemin karnını daha sert tekmeleseydi belki de bugün burada olmazdım. Belki de gözleri ve kulakları bile oluşmamış bir ceninken bizimkilerin o zamanlar iki aile bir arada yaşadıkları o evin tuvaletinde, banyosunda ya da merdivenlerinde bir sancı nöbeti sonrası beni taşıyan gövdeyle tüm bağlantılarımı kopardıktan sonra düşseydim, annemin ayaklarının dibinde, zeminde, kanlar içinde, kirlenmemiş ve huzur dolu bir şekilde uyuyabilirdim. Eğer böyle olsaydı belki 15indeki annem kısa bir şok geçirir, ona ne olduğunu öğrenmek için oraya gelmiş olan teyzem yerde yatan küçük kanlı ve oluşumunu tamamlamamış gövdemi gördüğünde iğrenir ve toprağa gömülmeme bile gerek olmadığını düşünüp beni bir bakkal poşetiyle tıpkı ölü bir fare leşini temizler gibi alarak evinin alaturka tuvaletinin hela deliğine attıktan sonra ardımdan bir kova da su dökerdi. O zaman dünyaya peydahlandığım yatağın bulunduğu o apartmanın kömürlüğündeki boruların çevresinde yaşayan lağım farelerine taze bir ziyafet olabilirdim belki de.


./

“Hişş ne dicem, bak bi poşete sıçim sonra da torbayı şu nehirdeki balıkçıların kafalarına fırlatıp kaçalım.”
Bir kahkaha attı, yüzüne baktım sonra gülümseyerek öksürdüm, dilime tütün tadı geldi, yüzümü ekşiterek gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Çimenler ıslak yıldızlar parlak pantolonlarımızın kıçları nemlenmişti. Sırtüstü uzandım, karnıma yaslandı ve üzerime tırmanıp yıldızların önünü kapadı. Tırnaklarını belime geçirip suratını suratıma yaklaştırdı, birbirimizin gözlerinin derinliklerinde kaybolduk bir an, sonra dudaklarıma yaklaştı, dilini yakalamak için ağzımı açtım ama o ağzımın içine geğirdi. Midesinden gelen öğütülmüş bira ve patates cipsi kokusunu soluyarak hafifçe gülümsedim ve tırnaklarımı kıçına dişlerimi dudaklarına geçirdim.


./

“aslında o kadar umutsuz biri değilim.”
“canavar gibisin sen.”
“dünya ordularının saldırısına uğramış bi canavar.”
“dünyayı gezseydik keşke..”
“amsterdam’a taşınalım, kırmızı duvarlı bi ev alalım, kendi seramızı yapalım, hazır kahve içip battaniyenin altına girip bütün gün film izleriz.”
“olur.”
“olabilir.”
“olsa keşke..”
“olcaksa daha sağlam bi hayal kuralım.”
“kaç saniyemiz kaldı?”
“bilmem, hızlı olalım biraz.”
“tamam, önce sen,”
“bir dilek hakkı mı?”
“hı hım,”
“hum… bir oda dolusu çilekli pasta diliyorum!”
“…”
“sıra sende,”
“dünyaya geldiğim o ana geri dönmeyi diliyorum.”
“…”
“…”
“ben de.”


./

“Yaşayan herkes hastadır,” dedi içlerinden biri, “Hapis edildiği gövdenin içinde kaderiyle şekil alan ruhun binlerce zaafı vardır, bunlar karaktere göre değişebilir fakat bütün ruhların en büyük ve ortak zaafları ölümlü olmalarıdır.”

 “Götüne ilk şaplağı yiyene kadar, moruk,” dedi öteki. “Rahimden dışarı çıkıp kıçına ebenin ilk şaplağını yiyerek hayatının ilk şokunu geçirinceye kadar ki kafa var ya… işte orası.. nirvana orası… Sanırım hepimiz için her şey ilk olarak orada bozuldu, sonra karşı koymaya çalıştık ve çürüme devam edip yayıldı. ”



.bit

*Başlık- Ali Tekintüre& Fairuz Derinbulut- Sen Affetsen Ben Affetmem

Ekim 09

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder