Avustralyalı şair Peter Altenberg tarafından
“ruh banyosu” olarak tanımlanan çay,
günümüzde sudan sonra en çok tercih edilen içecektir.
“Sana bir bardak çay yapmak için gelmiştim.” dedi açık kapının ardında dururken. Zihnime durumun mantıksızlığına şaşırma payı bırakmadan onu içeriye davet ettim. Üstündeki eskimiş pembe bornozu ve kısacık kırmızı saçlarıyla az önce uyanmış gibi duruyordu ve bu hali hoşuma gitti. Giriş kapısından adımını attıktan sonra beş farklı odaya açılan antreye geçip sanki yıllardır bu apartman dairesinde oturuyormuş kadar emin adımlarla yürüyüp mutfak kapısından içeri girdi. Böyle sıkıntılı ve sessiz bir vakitte zilime basıp gelen hiç tanımadığım tanrı misafirimin ardından içimdeki yalnızlığın memnuniyetinden doğan nezaket gereği hızla yetişip mutfağıma girdim ben de.
Güzel bir Sonbahar günü, vakitlerden akşamüstü. Mutfak eski ahşap malzemelerden yapılmış ve köşedeki büyük penceresinden içeri tatlı tatlı doğan berrak güneş ışığı açık sarı, parıldıyor. Ben ve o, mutfağın ortasında karşılıklı ayakta duruyoruz. Konuşmadan birbirimize bakıyoruz. Sanırım aramızda en fazla yirmi beş santim mesafe var. Gözleri parlıyor. Yeşil mi bu?
Sonra oturması için onu, güzelliği üzerine yazılan yazılar, notlar, sloganlar, kelimeler ve karikatürlerle makyajlanmış kirli mutfak masama buyur ediyorum. Sırtını mutfak tezgahına dayadıktan sonra kollarını birbirine dolayıp şefkatle bana bakıyor ve “Sen otur.” diyor. “Ben ateşi yakarım.” Arkasını dönüp ocağın önüne yürüyor. O ocağın ateşleme düğmesine basarken ben de sandalyenin kenarına ilişiverip onu izlemeye koyuluyorum.
Kim bu kadın ve neden bu kadar güzel? Orta yaşlarında, natürel ve çekici bir orman perisini andırıyor. Güzelliği sanki bu dünyaya ait değil gibi. Onu izlerken ayaklarım üşüyor, oysa mutfağın içi sıcacık. Onun yaydığı enerji yüzünden mi göğsümde hissettiğim bu rahatlık? Hava… Sanki bir şey kokuyor. Peki, neyin kokusu bu? Huzur, rahatlık, sakinlik, mutluluk, ne bu soğuk?
Ocağın üzerinde duran bakır çaydanlığı alıp lavabonun başına gittikten sonra musluğu açıp çaydanlığa su dolduruyor. Birlikte suyun sesini dinliyoruz. Çaydanlık dolunca musluğu kapatıp, ocağın ateşleme düğmesine basıyor. Bakır çaydanlığı yavaşça ateşin üzerine bıraktıktan sonra dudaklarında manalı bir gülümsemeyle bana dönüyor. Hiç konuşmadan birbirimize bakmaya başlıyoruz.
Bakışları sanki beni yıllardır tanıyor gibi. Sanki tüm gizlerimi biliyor. Bütün ayıplarımı ve bütün günahlarımı benimle birlikte yaşamış ve bütün pişmanlıklarım için bana acıyor. Ve solgun dudaklarında incecik bir gülümseme bir tik gibi atarak ıslak diline açılan kırmızı etten fermuarın kenarında öpülesi bir çukur oluşturuyor. Orada, tam o çukurum içinde kırdığım tüm kalpler için olanca pişmanlığımla özür kelimeleri sayıklarken usulca gömülmek istiyorum.
“Kaç şeker istersin?” diye soruyor.
“İki. ” diye yanıtlıyorum. “Peki ya sen?”
Bana bakıyor. “Sana, çay yapmak için geldim.” diye yeniliyor, “Ben içmeyeceğim.”
“Kahve? Ya da başka…”
“Hayır.” diye kesiyor sözümü. “Bir şey içmeyeceğim.”
Peki, kimsin sen? Evimde ne işin var? Yalnızlığıma yapılmış bir şaka mı yoksa bu? Tırnaklarımı hissetmiyorum. Sanki donmuşlar. Güneş, tıpkı onun kırmızı saçlarını parlattığı gibi benim tenime de dokunuyor. Peki, neden bu soğuk? Ellerim ve ayaklarımdan yayılan bu ürperti neyin nesi o zaman? Onun beyaz yüzüne baktıkça daha mı fazla üşüyorum? Yoksa hepsi vakitsiz misafirin verdiği şaşkınlığın, içimdeki yalnızlıkla harmanlandıktan sonra zihnimde oluşturduğu küçük paranoyalardan mı ibaret? Belki de üşüdüğümü sanıyorum?
Rafta ters duran fincanlardan birini alıp bardağı ocağın yanına koyuyor. Tezgahın üzerinde duran şeker kasesine uzanıp kaseden iki tane küp şeker kapıp şekerleri fincana atıyor. Tezgahtaki çekmecelerden en üsttekini açıp oradan aldığı çay kaşığını bardağın içine attığı zaman metalle camın çarpışmasından doğan tıngırdama yankılanıyor mutfakta. Tüm sesleri dinliyoruz. Şeker kasesinin yanında duran çay kutusuna uzanıp kutudan bir tane sallama çay çıkarıyor ve pratik ambalajı açıp çay torbasının ipini çözdükten sonra torbayı bardağın içine sallandırıyor. Torbaya bağlı ipin ucundaki küçük karton parçayı bardağın kenarına asıyor. Sonra bana bakıyor. Gözlerinde yine o şefkat dolu ifade var. “Üşüyorsun…” diyor.
Şefkatine sığınıp omzunda tüm günahlarımdan utanarak ağlamalı mıyım? Yoksa yoldan geçen birinin acıdığı bir sokak köpeği gibi mi hissetmeliyim kendimi? Evet, üşüyorum… Bacaklarıma ve dirseklerime yayılıyor soğukluk. Sanki sanki donuyorum. Peki neden?
“…çünkü ölüyorsun.” diye tamamlıyor cümlesini. Çaydanlığın buharı tütmeye başlıyor. Kaynamaya başlayan suyun fokurdamasını duyuyoruz.
“Anlamadım.” diyorum.
“Ölüyorsun.” diyor gülümseyerek. “Hatırlamıyor musun?”
“Hayır?”
“Düşün...”
Ocağı kapatıp, sıcak suyu bardağa doldurmaya koyuluyor. Yukarı çıkan buhar yüzünden hafifçe tıngırdamaya devam eden bakır kapak yeniden eski durgunluğuna bürünüyor aynı anda.
Soğuk yayılıyor. Bu kadar üşürken düşünemiyor insan. Ölüyor muyum? Nasıl? Bir dakika…
Başa dönelim;
Banyodayım. Eski çamaşır makinesinin yanında sırtımı duvara yaslamış kıç üstü oturuyorum. Duş başlığından akan sıcak su, gider deliğine tıpa yerine deodorant kapağı koyduğum küvetimi usulca dolduruyor. Su sesine salondan belli belirsiz gelen müzik eşlik ediyor. Anathema çalıyor içerde. Başımı öne eğip gözlerimi usulca kapattıktan sonra şarkı bitene kadar hareketsiz kalıyorum. Neden sonra müzik sesi kesiliyor. İçinden buharların tütmeye başladığı küvet tamamen doluyor ve su, küvetin kenarından aşağı akarak dışarı taşmaya başlıyor. Zaman geldi. Ayağa kalkıp küvetin yanına vardıktan sonra musluğu kapatıyorum. Üzerimdeki tişörtü ve pantolonu bir çırpıda çıkarıp kirli sepetine atıyorum. Çırılçıplağım. Banyo aynasının karşısına geçip kendime bakıyorum. Kötü sayılmaz.
“Hatırladın mı şimdi?” diye soruyor.
Cevap vermiyorum. Çay bardağını getirip önüme koyuyor. “Hadi, iç.”
Bacaklarımın üstünde duran ellerimden birini hareket ettirmek için davranıyorum ama soğuk yüzünden canım acıyor. “Ellerimi hareket ettiremiyorum.” diye yardım istiyorum ondan. “Soğuk...”
Gülüyor ve “Kapak yüzünden…” diye mırıldanıyor kendi kendine.
“Ne kapağı?” diye soruyorum.
“Deodorant kapağı tabiî ki.” diyor şaka yaparmış gibi. Anlamamış gözlerle ona baktığımı fark edince, “Küvetteki kapak canım,” diye açıklıyor.
Lavabonun kenarındaki falçatayı alıyorum. Klasik yöntem. Klasik ve basit. Sonra küvetin içine giriyorum. Sıcak su vücudumdaki bütün tüyleri ürpertiyor. Yavaşça küvete uzanıyorum. Bir süre suyun içinde hareketsiz yatıyorum. Sonra falçatanın ucunu açıp sağ bileğime derin ve uzun kırmızı bir çizgi açıyorum. Düşündüğüm kadar acımıyor. Etrafı batırmamak için kolumu suyun içine sokuyorum. Bileğimden çıkan kırmızının berrak suyu kızıla çalmasını seyrediyorum bir süre. Sonra falçatayı küvetin dışına atıp gözlerimi derin bir uyku için kapatıyorum. Suyun içindeki sağ elim yumruk şeklini alıyor. Küvetin içine uzanıyorum. Ayaklarımdan biri suyun içinde bir şeye çarpıyor.
“Kapak.” Diyor tam bu sırada. “Ayağın kapağa çarpınca gider deliğini açtın. Sonra da uyudun. Sen uyurken aynı damarlarındaki kan gibi küvet de boşaldı. Eh, su çekilince de üşümeye başladın. Kan da kaybettin… Soğuk hissetmen normal. ”
Ona bakıyorum.
“Ölmek üzeresin sen.” diyor. “Şu anda küvetin içinde yatıyorsun.”
Ona bakıyorum.
“Hadi, çayını iç.” diyor.
Gözlerimi yere devirip sessizce mırıldanıyorum. “Hareket edemiyorum…”
Ne söylediğimi anlamamış gibi, “Ama çayını içersen biraz ısınabilirsin.” diyor.
Gözlerimi yerden almadan bir süre susuyorum. Sonra, “Ben ölmek istemiyorum…” cümlesi dökülüyor dudaklarımdan. Ona bakıyorum…
Sanki patateslerden bahsediyormuş gibi, “Artık çok geç.” diyor. “Sen öldün.”
Ona bakıyorum…
Zihnimdeki bir yerler kontrolden çıkıyor sonra. Oturduğum yerde histerik bir kahkaha nöbetine kapılıyorum. Ben gülerken, o ciddiyetini ve bilgiçliğini hiç bozmuyor. Neden sonra gülmeyi kesip yeniden sakinleşiyorum. “Peki, bu çay saçmalığı da ne?” diyorum. “ Ve sen kimsin?”
“Ölüm meleğiyim, ben.”
“Ölüm meleği mi?” Ona bakıyorum; yeşil gözleri parlıyor.
“Evet.” diyor, “İçmiyor musun?”
“Çayın canı cehenneme!” diye bağırıyorum. “Senin de canın cehenneme! Tanrı’nın da öyle! Ve şeytanın da! Diğer tüm meleklerin de!”
Okuduğum lanetler hoşuna gitmiş gibi zevkle gülümsedikten sonra, “Son kez soruyorum.” diye bir anda ciddileşiveriyor. “İçecek misin?”
“Hayır.” diyorum hiç düşünmeden.
“İyi.” diyor, “Sen bilirsin.” Masanın üzerindeki çay bardağını alıp bir çırpıda lavaboya boşaltıyor. Bardağı yıkayıp duruladıktan sonra bulaşık sepetine koyuyor. “Hazır mısın?” diye soruyor sonra.
“Neye?”
“Gitmeye.”
“Kalamaz mıyım?”
“Şansını kaybettin.” diyor raftaki bardağı göstererek. İşte o zaman anlıyorum çayın kerametini.
“Çayı içseydim eğer…”
“Burada kalırdın.” diye tamamlıyor.
Üşümediğimi hissediyorum. Bütün vücudum bir anda çözülüveriyor. Ellerimi birbirine kenetleyip bir süre düşündükten sonra başımı kaldırıp onun yüzüne bakıyorum. “Bir dakika,” diyorum onun açığını yakaladığımı belli ederek. “İşini ağırdan aldın!” Ona bakıyorum, sertçe. “Eğer ölüyor olduğumu bana en baştan söyleseydin, o çayı içerdim! Hem çayı o kadar yavaş hazırladın ki bardağı önüme koyduğun zaman soğuktan hareket edemez haldeydim! Başından beri hile yaptın!”
Daha öncekilere hiç benzemeyen bir kahkaha atıyor ve aniden ciddileşerek, “Evet,” diyor, “Fakat bu hiç bir şeyi değiştirmez.”
Duruveriyorum. Az önceki atağım, ani gelişen bir kontratakla kalemde gol oluyor. Top arkamdaki ağları yırtarken, ben ona bakıyorum. “Nasıl?” kelimesi yankılanıyor dudaklarımda.
“Unuttun mu,” diyor, “Ben ölüm meleğiyim.” Gözlerimin içine bakıyor sonra. “Neden senin yaşamanı isteyeyim ki? Bunu sen bile istemeyip, kendi bileklerini doğramışken?”
İntiharın vicdan azabı içimi eritiyor birden. Kendimi bok gibi hissediyorum. Canım acıyor. Cehennem azabı bu olsa gerek.
“Artık üşümüyorsun değil mi?” diye soruyor.
“Evet.” diyorum.
“Harika…” diyor, “Artık ruhunla bedenin arasında hiçbir bağlantı kalmadı.” Sevinçle bana bakıyor, “Tebrikler! Yüzde yüz ölüsün!” Minik ellerini sevinçle birbirine vuruyor. “Hadi, gidelim.”
Elimi tutuyor ve birlikte pencereden dışarı süzülüyoruz. Şehrin üzerinde el ele yükselirken, “Şimdi ben cehenneme mi gideceğim?” diye ağzımdan kaçırıveriyorum. Buna o kadar eminim ki.
Bulutların ötesine bakan gözlerini devirmeden, “Bilmiyorum.” diyor. “Ama intihar ettin.” Eliyle bulutların ardında beliren ışıkları gösteriyor. “Bu durum, o tarafta pek hoş karşılanmaz. Yine de fazla korkma. Gittiğimiz yer düşündüğün kadar korkunç değil.”
İçimi sükunet kaplıyor ve son kez yeryüzüne bakıyorum. Şehirdeki bütün spotlar patlıyor. Tepeden şehri izlerken kendimi iyi hissediyorum. İçimde pişmanlık yok. Gökyüzündeki neon helezonlar beni çağırıyor. Şehrin hareketli ışıkları hayatın devam ettiğini gösterirken geride kalanların ölmek korkusunu düşünüyorum. Acıma rağmen kendimi kötü hissetmiyorum. Geçiş tamamlandı. Yeni bir hayat başlıyor. Hayır, içimde hiç pişmanlık yok. Kendine ölüm meleği diyen âşık olunası bir kadınla el ele gökyüzünde dolaşırken arkamda bıraktığım izbe hayat için hiç ama hiç üzülmüyorum. Ölüyüm. Mutluyum.
.fin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder