9 Ağustos 2010

.melekler/ bir kıyamet hikayesi

.Mikail/


as Moritz Bleibtreu



Benimle yine konuştu. Son zamanlarda bunu oldukça sık yapıyor. Kendi sıkıntılarım yetmezmiş gibi bir de onun şikayetlerini dinlemek oldukça canımı sıkmaya başladı. Ne zaman konuşmaya başlasa sürekli onun işini zorlaştırdığımdan dem vuruyor ve büyük afetlerden sonra ruhları toplama işinin ne kadar yorucu olduğundan sızlanıyor. İnsanların bozduğu doğal dengeyi yerinde tutabilmek için nasıl çabaladığımın hiç farkında değil, bunu ona anlatsam da söylediklerimi dinlememeyi seçerek kendi görevinin matlığından bahsetmeye devam ediyor.



“Ölüm karanlık, ölüm sıkıcı, ölüm çok fazla ve ölüm çok soğuk.” diyor, “Sürekli ölümle ilgileniyor olduğum için tecrübe edindiğim tüm olaylar düşüncelerimi ve duygularımı kendilerine ait yansımalarla donatıyorlar. Bizler melek olduğumuz için gerçekleri Baba’nın adaletine uygun görürüz ve gerçek şu ki insanların adaleti ve düzeni çoktan yok olmuş durumda.”



Bu konuda ona katıldığımı, “Onların iyice çığırlarından çıktıklarını ben de görebiliyorum.” diyerek belirtiyorum. “Fakat ben doğa olayları ile ilgilenirim.” diyerek açıklıyorum sonra. “Görevim bitişle değil başlangıçtan sonraki gidişatla alakalı. Doğanın karanlık bir yanı yok. Onların dünyaları üzerine oturttuğum bir denge var ve bununla ilgilenmeyi seviyorum. Doğadaki düzenimle oyalanırken görevimden sanki bir orkestra şefi gibi haz alıyorum.” Neden bahsettiğimi anlamadığını belirten derinlikleri karanlık gözlerini gördüğümde, “Benim işim ölümle değil ve içim de senin kadar matlaşmadı henüz.” diyorum ona, “Baba’dan kesin bir emir gelmeyinceye kadar kıyameti başlatmayı kabul edemem.”



“Baba bizden elini eteğini çekti.” diyor tek nefeste. “Onun için burasının hiçbir önemi kalmadı artık. Boşuna uğraştığımızı sen de biliyorsun.” Cevap vermiyorum. “Bu durum tüm melekleri acıtıyor.” diye devam ediyor, “Fakat açık ara üstünlüğü sağlamış olmalarına rağmen şeytanlar bile bu durumdan memnun değiller. İpleri ellerinde tutup kötülüğü büyüttükleri sürece yok oluşun daha da yaklaştığının farkındalar, hepsi bu. Hayat daima ölüm için işler zaten. Kötülük yapmanın en az senin kurduğun doğal düzen kadar ritminde işlediği bir dönemi çoktan geride bıraktık. Asırlar önce yok olmaları gerekirdi.”



Bütün bunların farkında olduğumu bildiği için ısrar ediyor belki de. “Söylediklerini bu işin iki tarafında görevlendirilenlerin hepsinin farkına vardıkları dönemleri de çoktan geride bıraktık aslında,” diye cevap veriyorum ona. “Bu durumdan tek rahatsız olan sen değilsin ama henüz yok oluş için vakit var. Bunun doğanın uyumuyla birlikte olması gerekiyor.”



“Ben ölümden başka bir doğa bilmiyorum,” diye mırıldanıyor. “Görevimden sıkıldım. Eskilerde kalan anılarımı bile neredeyse unutmaya başladım artık. Sanki var olduğumdan beri ruhları toplama görevi yapıyormuşum gibi hissediyorum.” Susup kısa bir süre düşünüyor ve itiraf eder gibi, “Biliyor musun,” diyor, “Uzun süredir İsrafil Sur’a üfledikten sonra olacakları düşünüyorum. Kıyametin başlangıcından sonraki zamanları düşlüyorum artık. Bunun gerçekleşeceği anı bekliyorum. Her şey bittikten sonra Baba’dan huzur verici güzel bir görev isteyeceğim, bunu hak ediyorum.”



“Sistemi çoktan oturup işledikten sonra bozulmaya başlayarak pas tutan bir düzeni yok etmenin ne gereği var?” diyorum ona. “Biraz daha sabredip dişini sık. İnsanlar kendi sonlarını kendileri getirecekler zaten. Bizim müdahale etmemiz şart değil.”



“Daha fazla sabretmek istemiyorum.” diye cevaplıyor beni ve “Keşke nükleer bir savaş çıkarsalar.” diye mırıldanıyor kendi kendine, “Yok oluşlarının en kolay yolu bu olurdu.”



“Nükleer savaş mı?” diye soruyorum. “Bunun bahsi bile beni korkutuyor.” Sorarmış gibi bana bakıyor, açıklıyorum. “Doğanın sistemini oturtabilmek için doğru dengeyi bulana dek ne kadar uğraş verdiğimi tahmin edemezsin. Ama nükleer bombalarla cilalanmış bir doğayı dengede tutamam. Kontrol büyük hasar görünce ciddi sorunlar meydana gelmeye başlar.”



“Yani o zaman işin zorlaşır?” diye soruyor.



Gözlerimi yere devirip mırıldanıyorum. “Kıyameti isteyebilecek kadar…” Cevap vermiyor, devam ediyorum. “Zaten doğaya inanılmaz zararlar vermeye başladılar. Her şey kötüye doğru gidiyor ve toprağın üzerinde yayılmaya devam ediyorlar. Bazı dengeleri yerinde tutabilmek için buzulları eritiyorum, kısa bir süre sonra soğuk bir çağ başlayacak ve çok büyük kıyımlar olacak. Bu çağda meydana gelecek tufanlarda çalışırken biraz yorulabilirsin.”



“Hiç sanmıyorum,’ diyor. ‘İşimi artık eskisi kadar iyi yapamıyorum. Toplu ölümlerden sonra kaybolan ruhların sayısını tahmin edemezsin.” diyor, “Etraf iki taraf arasında sıkışarak acı çeken kayıp ruhlarla dolu. Yaşayan insanların gözlerindeki perdeler bir kalksa baktıkları her köşede bir kaybolmuş ruh görecekler. Onları toplamayı bile istemiyorum artık. Bu saatten sonra sadece hepsi ölecekse görevimi doğru bir şekilde yaparım.”



“Ruhları yerlerine götürmüyor musun?”



“Ne kadar ölüm olduğunun farkında mısın sen?” diye soruyor. “Hepsine yetişebilmem imkansız artık. Ancak diğerlerini ikna ederek kıyameti gerçekleştirmeyi başarabilirsem, yok oluş başladığında büyük bir zevkle çalışabilirim. O zaman ölümün gizemlerine teslim edildikten sonra tadacakları o duygulara en yakın şarkıları mırıldanarak taşırım onların ruhlarını gitmeleri gereken yere.”



“Ben, kendi yarattığım dengenin yine kendi ellerime yok olmasının taraftarıyım.” diyorum ona, “Aslına bakarsan ne insanlar, ne de artık bunun son bulmasını isteyen melekler ve şeytanlar beni ilgilendiriyor. Baba’nın izni olsa ve yıkımın kontrolünü bana bıraksalar dünyaya getirdiğim kıyamet doğal bir şölen olarak yaşanırdı. Kendi yarattığım dengeyi yine kendi ellerimle yok etmeyi istiyorum.” Soran gözlerle bana baktığını görünce, “Bir düşün,” diye açıklıyorum. “Başlangıçta onların yaşayabilecekleri dengeyi ben kurdum ve bugüne kadar idare ettirdim, bu yüzden onu yok etmek de en fazla benim hakkım. Şimdiye kadar en büyükleri hariç diğer tufanların çoğu kasıtlı yapılan küçük yok oluş denemeleri zaten. Fakat bahsettiğim büyük yok oluşu ancak Baba’nın onayından sonra yapacağım. Onun kurallarını hiçe saymayı düşünmüyorum. Bu yüzden dişini biraz daha sık ve Sur’a üflenmesini bekle. Sur üflendikten sonra yapılan her şey yıkılan binalar gibi dağılacak.”



“O kadar vaktim yok,” diyor.



“İki yüz nesil öncesinde de aynı şeyleri söylüyordun,” diyerek konuyu kapatıyorum. “Şimdi izin verirsen yapmak istediğim önemli iklim değişiklikleri var. İnan bana görevimde en az senin kadar yoğun çalışıyorum. Sen de git ve biraz kaybolmuş ruh topla, kıyameti düşündükçe Baba’nın söylediklerinden uzaklaşıyorsun. Kendini biraz toparlaman lazım.”



“Baba’nın burayı hatırladığına bile emin değilim.” diyor. “Her neyse, gitmeliyim; seninle konuşmak için buraya geldiğimden beri yaşanan tüm ölümler beni bekliyor. Önce otobanda gerçekleşecek bir trafik kazası var. Oradan sonra patlayan bir canlı bomba ve onunla birlikte ölen siviller, sonra bir kalp krizi, ardından bir intihar vakası, sonra Ortadoğu’da kurşuna dizilen bir aile –son günlerde buralara çok sık uğrar oldum- ardından bir beyin kanaması ve bir intihar daha ve liste devam ediyor…”

“Zevk almayı dene,” diyorum.

Silueti yavaşça kaybolmaya başlarken, “Matem kaplı olaylardan zevk alabilmen için taraf değiştirmen gerekir.” diyor ve gülümseyerek göz kırpıyor. “Ben hala Baba’nın tarafındayım, dostum. Sadece artık bir anlamı kalmadı. Hepsi bu.” Ortadan kaybolmadan önce, “Görüşürüz,” diyor. “İyi bak kendine ve söylediklerimi bir düşün. Kararın değişirse haberini bekliyorum.”



Arkasından, “Görüşürüz,” diye seslenirken fikrimin değişmeyeceğini biliyorum.







.Azrail/

as Michael Madsen



Otobanın kenarındaki büyük reklam tabelasına sırtını yasladıktan sonra başındaki kovboy şapkasını öne eğerek yüzünü güneşten biraz daha sakladı. Tozlu yolun etrafında uzanan kurak çölü izlerken bunu yapmaktan çok zaman önce sıkıldığını anımsadı yeniden. Çölün ortasında iki şeritli ince bir şerit halinde ilerleyen yolun ufuk çizgisinde tüten buharları izlerken içinde bulunmak zorunda olduğu görevine bıkkın bir şekilde lanetler okudu. Altı saniye kalmıştı. Bu kadar fazla ölümün olduğu bir dünyada çalışırken zaman kendisi için buradaki gibi işlemiyor olsa bile önemliydi çünkü bir an önce bitmesini istiyordu. Beş saniye. Parmaklarının arasında tuttuğu ince dal parçasını dudaklarının arasına götürdü, tahtayı dişleriyle ısırdı. Ağacın tadı diline yayılırken içinden ‘dört saniye’ diye geçirdi. Tahtayla oynamaya devam ederek bakışlarını yolun kuzey tarafına çevirdi. Asfaltın üzerindeki buharları yırtan otobüs yokuşun başında göründüğünde üç saniye kalmıştı. Otuz ikisi otobüste, üçü siyah arabada, ikisi kırmızı kamyonette ve biri motosiklette. Yüklerini sayarken hissizdi. Bir eroinmanın vuruş yapmadan önce hazırlanması gibi hissederdi eskiden. Bütün ölümleri ilgiyle izlerdi. Hayatın değerini öldükten sonra fark edenleri görüp onlardan insanlıkla ilgili izlenimlerini dinlerdi. Gözlerini yere devirip bugüne kadar ölümüne tanıklık ettiği ölümle tanışmış olan bütün insanlığı ve onlardan dinlediklerini düşündü. Mikail’e anlattıkları geldi aklına. Ona söylediklerinde sonunda kadar haklı olduğunu düşünüyordu. İki saniye kaldı. Can alacağı zaman içinde başlayan sıcaklığı hissettiğinde biraz sonraki ölümle ilgili her şeyin yolunda gidiyor olmasından memnun bir profesyonellikle son kez detayları gözden geçirdi.



Motosikletli genç adam Kuzeye doğru gidiyor. Arkasında genç bir kadın oturuyor. Motosikletin zıt yönünden gelen kırmızı kamyonet Güneye doğru ilerliyor. Kamyoneti otuz metre kadar gerisinden içinde dört kişilik bir aile olan siyah bir araba takip ediyor. Siyah arabanın kırk metre gerisinden ise içinde kırk beş kişiyi taşıyan şehirlerarası bir yolcu otobüsü geliyor.



Zaman doldu, vakit tamam. Yaslandığı reklam tabelasına sırtını dayayıp bakışlarını çölün ıssızlığından asfalt yola çevirerek olanları izlemeye koyuldu.



Kırmızı kamyonetin freni boşalıyor önce. Kaosun temeli bu şekilde atılıyor. Rampa aşağı dördüncü viteste giden şoför frenin boşaldığını fark ettiği zaman arabanın hızını düşürmeye çalışıyor.

Aynı anda karşı şeritten gelen motosikletin direksiyonu bir saniyeliğine tutukluk yapıyor. Direksiyonu çeviremediğini fark edince bir an için fazla güç sarf eden genç motorun yol tutuşu yeniden normale döndüğü zaman direksiyona fazla yüklenmiş oluyor ve saatte yüz yetmiş beş kilometre ile giden motor asfaltın üzerinde yalpalamaya başlıyor.

Eş zamanlı şekilde siyah otomobilin sürücüsü karısı ile ev fiyatları hakkında tartışıyor. Arabayı süren adam yan koltuktaki karısına, bulduğu uygun ödeme koşulları olan bir yazlıktan bahsederken önlerinde giden kamyonetin yavaşladığını biraz geç fark ediyor.

Bu sırada otobüsün içindeki muavin çay servisi için hazırlanıyor. Elinde tuttuğu tepsi ve su ısıtıcısıyla en öndeki koltuklardan başlayarak servise hazırlanırken otobüsün sağ tekeri yoldaki küçük fakat derin bir çukurun üzerinden geçiyor. Bu hafif sarsıntı ile iki eli de dolu olan muavinin dengesi bozuluyor ve ısıtıcının içindeki sıcak su şoförün üzerine dökülüyor. Kaosun parçası kendini katlıyor. Acıdan ve şoktan kendinden geçen otobüs şoförü kendinden geçmiş bir şekilde ayağının altındaki gaz pedalına asılıyor.

Genç çocuk ne kadar çabalasa da altındaki motorun dengesini yeniden sağlamayı başaramıyor. Arkasındaki kız korkudan sıkıca beline sarılıyor. Tüm vücudunu adrenalin kaplayan çocuk var gücüyle fren pedallarına asılıyor.

Karşıdan büyük bir süratle yalpalayarak gelen motosikleti gören kamyonet sürücüsü bir an için heyecanlanarak direksiyon hakimiyetini yitiriyor. Araba yönünü karşı şeritteki motora doğru çeviriyor. Kamyonetin şoförü arabayı yeniden kendi şeridine sokmak için var gücüyle direksiyonu çevirmeye başlıyor.

Siyah arabayı süren adam öndeki aracın kaza yapacağını fark ediyor. Karısına yazlık evden bahsetmeyi keserek sürüşe odaklanıyor. Frene basıp yavaşlayarak takip mesafesini açmak istiyor. Öndeki kamyonet önce karşı şeride geçecek gibi oluyor ardından yeniden kendini toplayıp şeridine geri dönüyor. Hızını keserek yavaşlayan adam içinden bir kazayı ucuz atlattıklarını düşünürken arkadaki otobüs olanca hızıyla arabasına çarpıyor.

Vücudu kaynar suyla haşlanınca kısa süreli bir panik yaşayan otobüs şoförü çığlıklar atarak kendinden geçerken ayağını basılı tuttuğu gaz pedalını bırakmıyor. Öndeki araba yavaşladığı için otobüs aradaki takip mesafesini çok kısa bir sürede kapatıyor ve siyah arabanın bagajını ve arka kısmı paramparça ederek ona arkadan bindiriyor.

Motosiklet, kırmızı kamyonetin yanından geçiyor. Genç çocuk ucuz atlattığını düşünürken kamyonetin arkasından gelen arabaya şehirlerarası yolcu otobüsünün arkadan bindirmesini görüyor. Motorun gürültüsünü bile bastıran çarpma sesiyle birlikte camlar ve metal parçaları havada uçuşurken genç çocuk motosikletin dengesini kaybediyor ve karşı şeride geçiyor. Asfaltın üzerinde kayan kalın motor tekerleri otobüs ve önüne kattığı siyah arabaya doğru dönmeye devam ediyor. Çocuk artık kazanın kaçınılmaz olduğunu anladığında gözlerini kapatmaktan başka hiçbir şey yapamıyor.

Arabasını tekrar yola sokan kamyonet sürücüsü motosiklet yanından geçerken derin bir nefes alıyor. Ardından sağ sinyalini yakarak yolun en sağına geçip yavaşlıyor. Arabasını tamamen durdurmadan önce bir çarpma sesi duyuyor ve bakışlarını dikiz aynasına çevirip otobüsün önüne katarak geldiği siyah arabayı görüyor. Motosiklet hızla onların üzerine doğru gidiyor.

Siyah arabanın içindeki adam ve kadın çarpmanın etkisiyle şuurlarını kaybediyorlar. Arka koltukta kırılan bacağının acısıyla bağıran küçük çocuk gözlerini açtığında kendilerine doğru gelen bir motosiklet görüyor. Motosiklet arabalarının ön kaputuna vurup havalanıyor.

Otobüsün 2 numaralı koltuğunda oturan yaşlı kadın önlerindeki arabaya çarpan motosiklete bakıyor. Motosiklet kıç tarafından havalanıyor. Üzerindeki iki kişi savrularak yola düşerken yarım tondan daha ağır olan makine siyah arabanın üzerinden uçarak otobüsün çatlaklarla kaplı ön camından içeriye giriyor. Motorun hala dönen arka tekeri yaşlı kadının suratını parçalıyor. Otobüsün çoktan ölmüş olan şoförünün sıkıca tuttuğu direksiyon aracı sağ tarafa doğru çekiyor.

Havalanan motordan fırlayan genç çocuğun asfalta çarpar çarpmaz beyni dağılıyor. Kız ise sırtüstü fakat öldürmeyecek kadar hafif bir düşüş yapıyor.

Kırmızı kamyonetin şoförü ağzı dehşetten bir karış açılmış bir şekilde üzerine doğru gelen otobüsü izliyor. Otobüsün önünde pert olmuş bir araba ve içerisinde de siyah bir yarış motosikleti var. Adam kendisine yaklaşan ölümü aynadan seyrederken kımıldayamıyor bile.

Siyah arabanın içinde şuuru hala açık olan çocuk üzerine doğru gittikleri kırmızı kamyonete bakıyor. Araba kamyonete girmeden önce elleriyle başını siper edip gözlerini kapatıyor.

İçindeki motosiklet ve önündeki harap arabayla ilerleyen otobüs yolun kenarındaki kamyonete sol tarafından vuruyor ve çarpmadan sonra araçların hepsi yoldan çıkıp güvenlik şeridini geçerek damperin aşağısındaki toprak araziye uçuyorlar. Düştükten sonra birbirlerinden ayrılan araçlar taklalar atarak yolun kenarına savruluyorlar. Arabaların içleri cesetler ve yaralılarla dolu, ölenlerin ruhları alınmayı bekliyor. Büyük kazanın ardından çöl yeniden eski sessizliğine geri dönüyor.



Yüzünü örttüğü şapkasını parmağıyla kaldırdıktan sonra hala dumanlar tüten kaza alanına çeviriyor bakışlarını. Dişlerinin arasında çevirdiği ince tahta parçasını yere tükürdükten sonra çığlıkların yankılandığı kaza alanına doğru ağır adımlarla ilerlemeye başlıyor. Kırılmış ve bükülmüş demirler ve tuz buz olmuş camların arasından dışarı sarkan kanlı vücut parçalarından tüten yanık et kokusuna ateşin, tozun, lastiğin ve ölümün kokusu da karışıyor. Çığlıkları dindirdikten sonra ruhları alıp öteki tarafa götürecek, ardından yeniden buraya gelecek ve başka birilerinin ölümüne katılacak. Var oluş nedenini düşünüp kendi kendine içinden lanetler mırıldanıyor. Etrafta gezinen başıboş ruhları ve hala ölmemiş olanların ruhlarını belinde taşıdığı ruh heybesine doldurduktan sonra bir de İsrafil’le görüşmeye karar veriyor.





.İsrafil/

as Ian McKellen



Azrail ile görüştükten sonra çökmüş göz torbalarının ardındaki mavi gözlerini dünyadaki yaşama ait görüntülerin geçtiği bir yansıtıcının olduğu beyaz duvardan çevirip bomboş odanın tam ortasında duran Sur’a bakıyor. Bulunduğu yerde bunlar ve kendisi dışında başka hiçbir şey yok. Yorgun bakışları yansıtıcıdan akan görüntüler ve Sur arasında gidip geliyor. Alnındaki damarları gerginlikten atarken tüm ruhu tarifsiz bir sabırsızlıkla doluyor. Beyaz kaftanının altındaki vücudu her an ileri atılacakmış gibi istem dışı titriyor.



“O kadar yorgunum ki,” diye geçiriyor içinden, “Baba bu oyunu oynamaya karar verdiğinden beri kaç milyar insan öldü?” Bu düşüncesi üzerine mikaya benzeyen beyaz duvarın üzerindeki izdüşümü görüntülerinde şu anda dünyada yaşanan ölümler yankılanıyor. Ne düşünürse ekranda onunla ilgili görüntüler beliriyor. Kalabalık bir alışveriş merkezinin önünde üzerine bağladığı bombaları patlatan bir canlı bombayı izlerken gözleri oralarda bir yerde olan Ölüm Meleği’ni aranıyor. Her ne kadar görevinden bıktığını tekrarlayıp dursa da dışarıda olmanın tadını çıkardığı için onu kıskanıyor. Çünkü o istediği kadar dolaşabiliyor ve bu kadar fazla ölümün gerçekleştiği bir dünyaya çalışıp durmaktan pek fazla kendine ayıracak vakti yok. Oysa kendisi dört duvardan oluşan bu odanın içinde hapis gibi. Sırtını arkasındaki duvara yaslarken Baba’nın bu işi vermeden önce kendisine söylediklerini düşünüyor.



Sevimli yüzündeki beyaz sakalları okşayarak, “Bugünlerde o kadar fazla meşgulüm ki…” diye iç geçirmişti Baba. “Oyuncaklarımdan biri bir hata yaptı. Bu yüzden onu cezalandırmak istiyorum. Onlara yaşayabilecekleri bir evren yaptım. Cebrail’e onlardan istediklerimi iletmesi için haber verdim. Fakat bugünlerde oldukça yoğunum. Onlarla yeteri kadar ilgilenemeyebilirim. Bu yaptıklarımın bir sonucunun olması gerekiyor ve bu sonuç onların sonundan sonra oluşacak. Hepsi yeniden bize döndürüldükten sonra yaşam olanağı sağladığımız bütün enerjilerin yaptıkları için bizlere hesap vermesi gerekiyor. Yaşarken yaptıklarına göre mükafatlandırılacak ya da cezalandırılacaklar. İşte sen de her şeyin sonunun başlayacağı gün gelip çattığı zaman Sur’a üfleyeceksin.”



Baba’nın onu getirdiği odanın ortasında duran Sur’a ilk kez baktığında içinden ‘Baba’nın yeni eğlencelerinden biri.’ diye geçirmişti. ‘O sürekli yaratmak zorunda. Normal olarak bütün yarattıklarını takip etmesi kolay değil. Biz melekler de bu yüzden varız zaten, Baba’ya işlerinde yardımcı olmak için. Eminim kısa bir süre sonra bunu da unutacaktır.’



O bunları düşünürken Baba ona odanın Batı duvarının üzerinde yansıyan dünyaya ait görüntüleri işaret etmişti. “Burası yaşayacakları yer.” demişti. “Onlar için şartların kolay olmasına izin vermedim. Sadece doğru olanın izinde giderlerse mükafatlandırılacaklar. Buradan onları izleyeceksin.”



İşte o zaman ilk defa dünyaya ait yansımalara bakmıştı. Daha önceden de Baba’nın meydana getirdiği yaşam alanlarından çoğunu görmüştü ama burası kadar huzur verici bir yere rastlamamıştı. Burada kusursuz bir doğa işleyişi vardı ve hayat toprak ile sudan meydana geliyordu. O, dünyaya ait görüntüleri seyrederken, “Gördüklerini izlemeye dayanamadığın vakit Sur’a üfle.” diye öğütledi onu Baba.



Milyarlarca yıl görüntüleri izledi ve Sur’a üflemeyi hiç düşünmedi. Oluşan yaşamın renkliliği ve çeşitliliği karşısında ilgiyle dolarken insanların devri başladığında doğanın tasarımı da yavaşça bozulmaya başladı. Baba, insanı çok adi bir varlık olarak yaratmayı uygun görmüştü. Doğanın en tehlikeli silahı olarak tasarlanan insanın ne yapacağı hiç belli olmuyordu. Bazı güdüleri mükemmel bir üstünlük ve kusursuz bir güzellikteyken bazı güdüleri ise kan dökecek kadar vahşi ve göz yaşartabilecek kadar ilkeldi. Bu garip canlılar doğup öldükçe tıpkı diğerleri gibi içinde oldukları yaşama daha fazla uyum sağladılar ve ardından düşünmeye başladılar. Onların akılları evrim geçirerek kendi kurallarını yaratmaya başladığında sadece kendi çıkarlarını korumaya yöneldiler, kısa süre sonra kötülük ve adaletsizlik de baş gösterdi.

İsrafil, bu dengesiz varlıkların dönemi geldiğinde dünya üzerinde çok garip yaşamlar ve olaylar izledi. Yaşananları ve olup bitenleri gördükçe zamanın ilerleyip nüfusun artmasıyla birlikte vahşiliğin de katlanmasına tanık oldu. Vahşilik beraberinde kötülüğü getirdi ve bir virüs gibi yayılan kötülük bütün insanoğlunun kaderini belirlemeye başladı. Olup bitenleri izledikçe İsrafil’in için derin bir umutsuzluk kapladı.

Birkaç bin sene önce bir hiç uğruna yapılan ve yüz binlerce kişinin öldüğü kanlı bir savaşın ardından için için dünyanın üzerini istila etmiş olan bu varlıklara öfke duymaya başladığını fark etti. Bu öfkesinden Baba’ya bahsetmek istediğinde Baba’nın kendiişleriyle çok meşgul olduğunu ve yarattığı bu evreni çoktan unuttuğunu gördü. Baba ona, “İstersen üfle Sur’a.” dedi. Fakat İsrafil için bu onun söylediği kadar basit bir iş olmaktan çıkmıştı. Bütün zaman boyunca oraya ait görüntüleri izlemek ve olan bitenleri takip etmek onun tek takıntısı haline gelmişti. Baba ise ne zaman bir sorun çıksa Cebrail’i göndererek durumu kurtarmaya çalışıyor ve olan bitenlerle hiç ilgilenmiyordu. O gün Baba’nın yanından dönerken Baba’nın artık bu işin içine dâhil olmadığını biliyordu.



Yansıyan görüntülerde artan ve katlanan kötülüğü izlerken eskiden hiç ilgisini çekmemiş olan Sur’a karşı merakı arttı. Sırtını görüntülere dönüp Sur’u izlemeye başladı daha sonra. Sur’u izledikçe yok oluşu düşünüyordu. Yok oluşu düşündükçe bir yandan üzülüyor diğer yandan ise kötülüğün artık son bulacağı için seviniyordu. Ne yapması gerektiği konusunda kararsızdı ve bu kararsızlığı kafasının karışmasına neden oluyordu.



Gözünü yansıyan görüntülerden aldı ve bakışlarını üzerindeki tüm detayları adı gibi ezberlediği Sur’a çevirdi. Bir karar vermişti, üfleyecekti. Bu sefer yapacaktı. Daha önce on binlerce kez denemiş ve son anda vazgeçerek geri dönmüştü fakat bu sefer yapacaktı. Artık sıkılmıştı. Diğer meleklerin de yorgun olduğunu biliyordu zaten. Hiçbiri halinden memnun değildi, hepsi uzun süredir yaptıkları bu sıkıcı görevden bir an önce kurtulmak istiyorlardı. Odanın ortasında parlayan Sur’a odaklanıp, “Bu sefer yapacağım.” diye geçirdi içinden ve yürümeye başladı.



Dünyanın ve içinde bulunduğu evrenin var olmadığı zamanları düşünüp gözlerini kapattı. Böyle bir yer hiç olmamıştı ve olmayacaktı. Buradaki bütün olup bitenler sadece bir göz yanılmasıydı. Üfledikten sonra burayı yok edecek ve görevi bitecekti. Sonra çıkıp Baba’nın yanına gidecek ve ona Sur’a üflediğini söyleyecekti. Baba bunu duyduğu zaman büyük ihtimalle fazla umursamayacaktı. Yeni birilerini görevlendirip hesaplaşmanın yapılması ve mükafatların dağıtılması işlerinin başlamasını sağlayacaktı. Her şey rayına oturup cennet ve cehennemin açılışı yapıldığında bir çocuk sevimliliğinde gülümseyerek uğraşının son haline bakacak ve ardından yeni bir şeyler yaratmak için çekip gidecekti. Nasıl olsa Baba ona yeni bir görev verirdi. Bu sefer sosyal ve hareketli bir şeyler yapmak istediğinden Baba’ya bahsedeceğini düşünürken Sur’un yanına vardı.



Alt gövdesi geniş ve şeffaf bir ışıkla küre şeklinde parlayan, orta tarafında Baba’nın bugüne kadar yaratmış olduğu en mükemmel sanatçıların ruhları tarafından şekillendirilmiş parlak bir yıldız elementinin sanata dökülmüş kabartmaları olan Sur’un üst gövdesi ise ucunda üflenme yeri olan delikli bir borusuyla saplı bir marpuçtan meydana geliyordu. Kendinden emin bir kararlılıkla elini sapa atıp düdüğü ağzına götürdü. Derin bir nefes alıp gözlerini kapamadan önce son kez ekranda yansıyan görüntülere baktı. İzlediklerinin ona öğrettiklerini düşünürken Sur’a üflemesinden sonra olup bitenlere şahit olmayacağı için kendini huzurlu hissetti.



Ardından nefesini borunun içerisine üfleyip, görevini tamamlamış olduğu için şükretti.



Kulaklarında kalın sesli bir gürültü yankılanırken sonunda başardığı için kendi kendine gülümsedi. Sur’dan yankılanan melodiyi dinledi. Bu narin aletten bu kadar kaba bir ses çıkacağını hiç tahmin etmediğini düşündü ve Baba’ya haberi vermek için yola çıkarken bütün yaşam yok olduktan sonra hepsinin yeniden dirilmesi için Sur’a bir kere daha üfleyeceğini hatırlayıp aslında hiçbir şeyi yok etmediğini bilerek yeniden gülümsedi.



Şimdi çağlardır içine tıkıldığı bu odanın içinden çıkıp Baba’nın yanına gidecek ve ona olan biten her şeyi anlattıktan sonra kısa bir tatile çıkacaktı.





.Cebrail/

as Viggo Mortensen



I.



Barın içinde kısa bir sessizlik oluyor. Müzik makinesinden çıkan ses duruyor ve etrafta oturup içen insanlardan kimse konuşmuyor. Bir anda oluşan bir tesadüf gibi etraf kendisini sessizliğe kesiyor. Lola’ya bakıyorum, birasını yudumlayarak barın vitrin camının arkasındaki caddeyi ve kalabalığı seyrediyor. Karşıdaki duvara asılı eski saatin çıkardığı tıkırtıları bile duyabiliyorum. Şu anda bir insan formunda insani özelliklerle donatılmış durumdayım ve bu ani sessizlik durumu hayra alamet değil. “Sessizliği fark ettin mi?” diye soruyorum Lola’ya.

Lola cevap vermek için izlediği caddeden bana dönüp dudaklarını araladıktan sonra etrafta bir ses yankılanmaya başlıyor. Bunu önce çalmaya başlayan müzik sanıyorum ve az önceki sessizlikle ilgili yersiz bir paranoya yaptığımı düşünüyorum fakat yankılanmaya devam eden sesi dinlemeye başladığımda bu sesi bir yerlerden hatırladığımı fark ediyorum. Dünyaya ait olmayan bir ton bu.

Lola, “Bu ses de ne böyle?” diye soruyor.

“Sen de duyuyor musun?”

“Tabii ki.”

Bardaki herkes yankılanmaya başlayan bu sesin ne olduğunu merak etmeye başlarken alnımdan boşalan terin soğukluğunu hissediyorum. Çünkü bunun ne sesi olduğunu biliyorum. Aynı anda bütün insanlığın kulaklarında yankılanan bu sesi dinlerken kurumuş boğazımdan yutkunduktan sonra, “Sur’un sesi bu,” diye mırıldanıyorum. “İsrafil Sur’a üflemiş.” Söylediğim kelimelere inanmak istemiyorum. Hayır, bu olmamalıydı.

“Sur da ne?” diye soruyor Lola. Lola Baba’ya inanmıyor.

“Kıyametten önce üflenecek olan alet.” diye cevap veriyorum. “Bunu öğrenebilmeniz için size binlerce peygamber yolladım bebeğim, lanet olası öteki dünya hakkında kafanı çalıştır artık!” sonra kendi kendime mırıldanıyorum. “Gerçi bu saatten sonra hiçbir önemi kalmadı,’ Lola şaşkın gözleriyle bana bakıyor, “Çünkü yok oluş başladı.”

Elindeki birayı önümüzdeki sehpanın üzerine bırakarak doğrulup sarı saçlarını elleriyle suratının önünden çektikten sonra alkolden kızarmış suratıyla bana bakıp, “Ne saçmalıyorsun sen?” diye soruyor. Ona bir kere daha aşık oluyorum.

“Hiçbir şey bebeğim,” diyorum. “Sadece kıyamet başladı.”

“Kıyamet mi?” Yüzünü bir korku ifadesi kaplıyor.

“Sakin ol,” diyorum. “Merak etme, son ana kadar sana zarar gelmeyecek.” Fakat yeryüzündeki tüm insanlar öldüğü zaman işini kendi ellerimle bitirmek zorundayım. Bu şart. Burasını ona söylemiyorum. “Sadece yanımda kal,” diye devam ediyorum. “Seni seviyorum, Lola.”

Bana sarılıp kolumu okşuyor. Ses yankılanmaya devam ediyor. Bardaki insanlar sesin nereden geldiğini anlayabilmek için hareketlenmeye başlıyorlar. Sağ tarafımızdaki camın ardındaki caddeye bakıyorum. Oradaki insanlar da ellerini kulaklarına götürmüş şaşkın gözlerle sesin nereden geldiğini bulmaya çalışıyorlar. Ufak çaplı bir panik dalgası baş gösteriyor. Herkesin yüzüne anlamını bilmedikleri bir korku ifadesi yerleşiyor. Lola bana sıkıca sarılıyor.

“Sakin ol, Lola biraz sonra geçecek,” diyorum. “Korkma bebeğim, az kaldı.” Onu tutup doğrultuyorum. Birbirimize bakıyoruz. Onun kusursuz yüzünün üzerindeki ıslak dudaklarına küçük bir öpücük kondurduktan sonra birasını eline veriyorum. “Sakin ol bebeğim, şimdi bitecek.”

Üzerinde oturduğumuz geniş koltukta arkasına yaslanıp birasını yudumlamaya başlıyor. Kalbinin korku ve heyecandan bedenini titrettiğini biliyor olsam bile Lola sakin görünme çalışıp uslu bir çocuk gibi oturuyor. Telaşlı yüzüne rağmen hiç ses çıkarmıyor. Baba’nın en kusursuz işlerinden biri Lola. Ona bu yüzden aşığım.

Sanki sebzelerden bahsedermiş gibi, “Bu kıyametin başladığını belirten ses mi yani?” diye soruyor neden sonra.

“Evet, bebeğim.” diyorum.

“Yani hepimiz öleceğiz?” diyor. “Bütün insanlık yok olacak?”

“Evet,” diyorum. “Aslında…” Yutkunuyorum, biramdan büyük bir yudum aldıktan sonra onun yanağını okşuyorum. “Lola?” diye mırıldanıyorum.

Tedirgin gözleriyle, “Efendim?” diye soruyor. Sur'un sesi yankılanmaya devam ediyor.

“Sana bir şey söylersem eğer, söylediğimi ciddi bir şekilde dinler misin?”

“Bugüne kadar bana hiç yalan söylemedin, bebeğim.” diyor. “Evet.”

“Tamam, bak…” Kısa bir sessizlik oluyor ve neden sonra, “Aslında ben ölmeyeceğim.” diye mırıldanıyorum.

“Nasıl?..” diye soruyor Lola.

“Ben bir meleğim, bebeğim.”

“Melek misin? Nasıl?..” Gözleri doluyor.

“Meleklere inanmıyorsun, biliyorum Lola. Ama bu gerçek.”

“Ne saçmalıyorsun?”

“Ben meleğim, Lola.”

“Nasıl?...” Ağlamaya başlıyor.

“Lola!” Kolundan tutup gözlerinin içine bakıyorum. “Bana inanıyor musun?”

“Evet,” diyor. Doğru söylüyor. “Ama nasıl?”

“Biraz sonra kötü şeyler olmaya başlayacak Lola.” diyorum. "Nasıl olduğunu sana sonra anlatırım."

“Kıyamet yüzünden mi?” Ağlıyor.

“Evet, bebeğim. İnsanlar ölmeye başlayacak. Artık düzen sadece yok oluş işliyor.”

Sur'un sesi duruyor.

“Başladı.” diye mırıldanıyorum. Kıyamet başladı.

Koluma sarılarak, “Ne olacak?” diye soruyor.

“Kıyamet kopacak Lola. Yokoluş hakkında hiçbir şey bilmiyor musun?”

“Bebeğim,” diyor. “Beni korkutuyorsun…”

“Bana inanmalısın Lola,” Gözlerinin içine bakıyorum. “Sen hemen ölmeyeceksin bebeğim, merak etme. Sizin zamanınızla kıyamet üç sene sürecek, birlikte geçireceğimiz üç yıl daha var.”

Göz bebekleri biraz küçülüyor, bu iyiye işaret. Bir süre daha hayatta olacağını öğrenmek Lola'yı sakinleştiriyor. “Tamam,” diye mırıldanıyor.

“Benim gitmem lazım Lola,” diyorum. “Yapmam gereken bir sürü şey var.”

“Nereye?”

“Baba'nın yanına gitmeliyim, bebeğim."

"Baba mı? O da kim? Senin babanı hiç tanımadığını sanıyordum?"

"Tanrı'nın yanına gideceğim, Lola." Anlamsız gözlerle yüzüme bakıyor. Kolunu tutup saçını okşuyorum. "Sakin ol bebeğim, kısa sürede geri döneceğim. Sen eve git ve kapıyı kilitle. Olabilecek her duruma karşı hazırlıklı ol. Sokağa çıkma, sokaklar güvenli değil artık. Ölümün yayılacağı ilk yer sokaklar olacak. Eve git ve sakin bir şekilde beni bekle.”

“Tamam,” Dudakları korkudan titriyor, gözleri dolacak gibi oluyor.

Saçlarını okşadıktan sonra onu kendime çekip öpüyorum. Gözlerinin içine bakıp, “Korkma.” diyorum. “Sana bir zarar gelmeyeceğine söz veriyorum.” Onu bir daha öpüyorum. “Seni seviyorum,” diye fısıldadıktan sonra oturduğum yerden ayağa kalkıyorum. Etraftaki insanların başlattığı küçük panik yavaşça büyümeye başlarken cebimdeki bütün paraları Lola’ya veriyorum. “Biraz erzak al ve eve git.”

Ellerindeki paralara bakıyor ve “Biraz alkol ve esrar da alabilir miyim, bebeğim?” diye soruyor.

“İyi fikir Lola.” diyorum ve barın kapısına doğru yürüyorum. Kapıyı açtıktan sonra dışarı çıkmadan önce üzeri bira şişeleri ve izmarit çöpleriyle dolu masanın ardındaki koltukta oturan Lola’ya parmaklarımla küçük bir öpücük yollayıp bardan çıkıyorum ve hızlı adımlarla caddede ilerlemeye başlıyorum.

Yok oluş başladı. Kıyamet kopuyor. İsrafil Sur’a üfledi!

Orospu çocuğu bunu yapmamalıydı!



II.



Kendi kendine düşünürken buluyorum onu. ”Baba?” diye sesleniyorum. Beyaz ve parlak taşlardan meydana gelen geniş odasının içinde yorgun sırtını öne eğmiş yüzündeki beyaz sakalları okşayarak düşünüyor. “Baba?” diye yeniden sesleniyorum usulca, bir cevap gelmiyor. Ona doğru yürümeye başlıyorum. Ayak seslerim mermerin üzerinde yankılanırken, “Baba, ben geldim.” diye tekrarlıyorum.

Girmiş olduğu yerden çıkmadan, “Hoş geldin, Cebrail.” diye mırıldanıyor. Aklından neler geçtiğini merak ediyorum.

“İsrafil Sur’a üfledi, Baba.” diyorum yanına doğru yürümeye devam ederken. Daha çok bir soru sorarmış gibi çıkıyor sesim.

Baba bilge gözlerini daldığı derinliklerden çektikten sonra yüzünü bana çeviriyor ve “Evet, insanların yok oluşu başladı.” diye cevap veriyor.

Onu her zamankinden daha düşünceli görüyorum. Oynadığı bir oyunun gidişatını takip etmekten allak bullak olmuş bir halde. “Bunu neden yaptı?” diye soruyorum.”Kıyamet için henüz erkendi.”

“Biliyorum,” diyor. “Kötülüğün daha fazla yayılması gerekiyordu aslında. Fakat İsrafil gördüklerine daha fazla dayanamayacak duruma gelmiş.”

İsrafil'in gördüklerine dayanamaması beni ilgilendirmiyor. Bu yüzden, “Benim dünyada olacak şeylerle ilgili planlarım vardı, Baba." diyorum. "Sur'un üflenmesiyle hepsi boşa gitti. Şimdi bitmemesi gerekiyordu.” diye diretiyorum.

“Bitti.” diyor Baba kesin bir sesle, “Sur’a üflendikten sonra bir geri dönüş yok.”

“Biliyorum,” diye mırıldanıyorum. Bir geri dönüş yok, kıyamet kopacak ve çöküş yaşanacak. Teslim oluyorum çünkü bu durum değiştirilemez. Kıyamete karşı çıkmanın hiç bir yararı yok. Bu yüzden “Yapmamı istediğin bir şey var mı?” diye soruyorum Baba’ya.

“Yapman gerekenleri biliyorsun,” diyor. “Daha fazlası yok.”

“Tamam," diyorum, "Kim olacağını seçtin mi?”

“Bir önemi yok,” diyor, “Herhangi birini seçebilirsin. Kıyamet kopuyor zaten. Şartlara uygun birini bul, yeter.”

“Tamam,” diyorum. “Birini bulurum.”

Kısa bir sessizlik oluyor. Ardından, “Yüz binlerce melek görevlendirdim,” diyor Baba. “Hepsi yapılması gereken her şeyi halledecekler. Sen kendi üzerine düşenleri tamamladıktan sonra Sur yeniden üflenene kadar insan formuna gir ve kadının yanında kal.”

“Bunun için teşekkür ederim, Baba.”

“Kadınlar yarattığım en güzel varlıklardan biri.” diyerek gülümsüyor. “Ve sen kadınlara zaafı olan tek çocuğumsun. Senin yerin diğerlerinden biraz daha farklı, biliyorsun.”

Söylediğini, “Biliyorum.” diye cevaplarken o konuşmaya devam ediyor.

“Bugüne kadar benim için çok önemli bazı görevleri yerine getirdiğin için bunu hak ediyorsun. Hepsi yeniden dirildiklerinde kadınını da yeniden alabilirsin.”

“Teşekkür ederim Baba,” diyorum ve ardından, “İsrafil nerede?” diye soruyorum.

“Sur’un yanına geri yolladım, yıkım bittiğinde yeniden üflemesi için. Bittiği zaman hepinizi güzel bir tatile göndereceğim. Saf güzellikten yeni bir galaksi yaptım, oraya gidip uzun bir süre dinleneceksiniz.”

“Teşekkür ederim.” diyorum yeniden.

“Sorun değil.” diyerek gülümsüyor. “Sizi ne kadar sevdiğimi bilirsin. Dördünüzün de ayrı bir yeri var içimde. İsrafil’den sonra Azrail de geldi yanıma. Yok oluşun tamamlanması için elinden gelen var gücüyle çalışacağını söyledi. Tatil haberini aldıktan sonra gözleri ışıldadı.”

“Peki ya Mikail?”

“Kıyametin kopmasını istemiyordu fakat Sur’u duyduktan sonra gerçeği kabullenerek yaptıklarını yıkmaya başladı.” diyor Baba. “Azrail ve İsrafil yıkımın olmasından yanaydılar çünkü görevlerinden sıkılmışlardı. Mikail durumundan pek şikayetçi değildi, aslında yıkımı kendisi yapmak istiyordu ama başından beri böyle olmayacağını da biliyordu. Sen ise yine bir kadına aşık oldun.” Gülümsüyor, “Çünkü senin içine kusursuz aşkı koydum.”

“Biliyorum Baba, içime koyduğun aşk bir ateş gibi yanıyor ve onun ölecek olmasına çok üzülüyorum. Meryem’den ayrılırken bile bu kadar acı hissetmemiştim.”

“Bizden gelenler yine bize dönüştürülecektir.” diyor Baba.

“Haklısın, Baba.” diyorum. “Yanından ayrıldıktan sonra dünyaya gidip son elçiyi bulacağım. İnsanlara söylemek istediğin bir şeyler var mı? Eğer istersen ben bir şeyler uydurabilirim. Son yedi yüz peygamber boyunca böyle yaptık zaten.”

“Doğru,” diyor Baba. “Ama bu kıyamet ve onlara söylemek istediklerim var. Kalbi karanlıkla kaplanmış olanlar ölmeden önce bunları okusun ve öğrensin. Söylediklerimi onlara ilet. Çok fazla şey söylemeyeceğim zaten.”

“Tamam, Baba,” diyorum. “Seni dinliyorum.”

Baba, son kitabın cümlelerini konuşmaya başlıyor.



III.



Şehre geri döndüğümde kıyametin yeni başlamış olmasına rağmen yayılan kötülüğün hızla işlediğine tanık oluyorum. Artık gökyüzü karanlık, deniz tufanlarla kaplı, yer depremler ve yangınlarla hareketlenmiş durumda. Caddelerin arasındaki insanlarda büyük bir korku ve telaş hakim. Sokaklardan çığlıklar, feryatlar ve ağlamalar binalardan ise ateşler yükseliyor. Sur’un sesiyle başlayan kaos duman, is ve yanık et kokusu altında devam ediyor. İnsanlar arasında coşkuyla kol gezerek çalışan Azrail’i görebiliyorum. Azrail durumdan memnun bir şekilde dehşete uygun şarkılar söyleyerek ölenlerin ruhlarını topluyor.

Yere indikten sonra insan formuna dönüp yürümeye başlıyorum. Üzerinde ilerlediğim caddedeki bazı arabalar ve iş yerlerinden alevler tütüyor, kadınlar korku içinde hızlı adımlarla kaçışıyor bazı erkekler kavga ederek birbirlerini öldürüyor. Ayaklarımın altındaki yer sarsılırken karşı caddedeki iki araba gürültüyle kaza yaparak birbirlerine giriyor. Savrulan arabalardan biri kaldırımdaki annesinin elinden kaçan küçük bir çocuğu ezerek çocuğun etini asfalta yapıştırıyor. Oğlunun etten ve kandan bir çuvalı andıran cesedini gören annesi çığlıklar atarken kaza yerine gelen Azrail çocuğun ruhunu alıp kesesine koyduktan sonra bana dönüp işlerin iyi olduğunu belirten bir el işareti yaparak gülümsüyor ve şarkısını söylemeye devam ederek ortadan kayboluyor.

Yürümeye devam ediyorum. Elçiyi bulmam gerekiyor. Olasılıkları gözden geçirmeye başlıyorum. Baba’nın elçi ile ilgili bazı şartları var. Bu şartlara göre olasılıkları gözden geçirip eleme yapmalıyım. Kitabın çok kısa sürede yazılması ve bitirilmesi gerekiyor. Şimdiye kadar yeryüzüne gönderilen en kısa kitaplardan biri bu. İşim pek zor olmayacak.

Elçinin Baba’ya inanmaması, kötülüğün tarafını seçmiş olması ve okuma yazma bilmesi gerekiyor. Milyonlarca olasılık var. Aralarından sadece hayat için Baba’ya kızgın olanları seçtiğimde ihtimallerin sayısı biraz daha düşüyor. Seçilen elçinin kitabı en hızlı şekilde diğerlerine ulaştırabilecek imkanlarının olması gerekiyor. İhtimaller daha da azaldı, şimdi elimde yedi yüz kırk altı bin küsur elçi adayı var. Günahları iyiliklerinden daha ağır basanları ve ölümden korkmayanları alıp diğerlerini eleyelim. Yüz elli beş bin küsur aday. Hiç intihar girişiminde bulunmamışları ve büyük günahlardan hiçbirini işlememiş olanları da eleyelim; yirmi dört bin altı yüz kırk elçi adayı. Az kaldı. Baba’ya inanmayan ama hayatın güzelliği karşısında kafası karışan birine ihtiyacım var. Kıyametin elçisinin ruhu hastalıklı olmalı. Üç bin iki yüz aday. Düzene karşı olmalı, kavga etmeyi, zina yapmayı, gördüğü her şeye karşı ilgi duymayı, kötülüğü seçmeyi ve hata yapmayı sevmeli ve en az beş senedir aktif olarak alkol ve uyuşturucu kullanmalı. Altı yüz seksen aday. Parçalanmış bir ailenin çocuğu olması gerekiyor. Ebeveynlerinden en az birinden nefret etmeli. Üç yüz on bir aday. Dünyanın yakın bir geleceği olduğuna inanmamalı ve tüm insanların yok olarak evrenin yeniden eski hiç’liğine dönmesini arzulamalı. On sekiz elçi adayı. Aralarında en az yazan beş tanesini eleyelim. Üç kişi, çok az kaldı. Şimdi bu üç aday arasında en mutsuz olanını seçelim.

Ve elçiyi buluyorum.

Adımlarımı yerden kesip havalanarak, onun yanına gidiyorum.



Kirli ve dağınık odasındaki koltuğun üzerinde oturuyor. Odası düzensiz. Üzerinde onlarca gereksiz şeyi taşıyan masasının üstündeki bilgisayarından bir müzik yankılanıyor. İçmiş. Çok fazla içmiş ve sızmış. Uyumuyor, gözleri açık. Uykusuzluk ve çöküntüden morarmış gözlerini odanın köşesine dikmiş kıpırdamadan orayı izliyor. Dağılmış, bitmiş ve yerin dibine batmış durumda. Gözlerindeki derinliklerde dipsiz karanlıklar var. Boşalmış alkol şişeleri ve kül tablasını doldurmuş izmaritler ve zıvanalar kafasının durumunu gösteriyor. Yok oluşun elçisi yok olmuş durumda. Kendimi ona gösteriyorum.

Uzandığı yerden doğrulup bana bakıyor. Odasının içinde bir adam olduğuna inanmıyor gibi gözlerini kırparken doğrulup oturuyor ve gördüğünün bir hayal olmadığını fark ettiği an, “Sen de kimsin?” diye soruyor kuru ve halsiz sesiyle. Hiç korkmuyor.

“Söyleyeceklerimi dinle,” diyorum. “Seninle konuşmam gerekiyor.” Sonra anlatmaya başlıyorum.

Elçi hiç ses çıkarmadan ve soru sormadan kendisine anlattıklarımı sonuna kadar dinliyor ve kitabı yazma işini kabul ediyor.

O yazı masasının başına geçerken ben Baba'nın söylediği ayetleri okumaya başlıyorum.



IV.



Kıyametten Önceki Son Din Kitabı



.1

.1/1 Sur üflendi, kıyamet başladı.

.1/2 (Çünkü,) insanoğlu bir fiyaskodur.

.1/3 (Onlar,) çaresiz anlarında Rab’lerinin adını anıp onu hatırlar hale geldiler.

.1/4 Kaderlerini kendileri çizdikleri halde kötü zamanlardan Rab'lerini sorumlu tuttular ve (Rab'lerine) sevgileri korkuları yüzünden oldu.

.1/5 İyi zamanlarda unutup, kötü zamanlarda yardım dilendiler.

.1/6 (Oysa,) ihtiyaçları olan her şeyi ayaklarına kadar getirdik, görmediler.

.1/7 (Onlar, Rab'lerine) hep sıkıntılarını anlattı. Şükretmek unutuldu. Çelişerek yaşadılar, kendilerini bulamadılar ve kendilerine söylenenlere inandılar.

.1/8 (Oysa,) kendisini büyük gören (insanoğlu) Rab'lerinin evreninin boyutu ve çeşitliliği karşısında değersiz ve harcanabilirdir.

.1/9 (İnsanlar) Tehlikeli hale geldiler ve (Rab'lerinin gözünde) külden farkları kalmadı. Şüphesiz rüzgarda kolayca savrulacaklar.

.1/10 Yarattıkları Rab (onları) yok etmesini bilir.



.2

.2/1 (Onların) bencil ruhları yüzünden dünyada kötülük, kalabalık, açlık, adaletsizlik, cehalet, bağnazlık, iğrençlik, beton, yalan ve sapıklık egemen oldu.

.2/2 Kendilerine göre kurallar koyarak tanrıcılık oynadılar. Hasta tanrılar yarattılar, onlara taptılar, tarihlerini ve stratejilerini onlara göre belirlediler ve toprağı kana buladılar. Toprak kana doydu, (onlar) katletmeye doymadılar.

.2/3 Yaşadıkları yer sadece kendilerine tahsis edilmiş gibi davrandılar. Biz, (onlarla birlikte) diğer canlıları yarattık. (Onlar,) diğerlerini hor gördüler, diledikleri gibi kullandılar, öldürüp etini yediler. (Oysa,) işlemeleri için hepsine yetecek toprak verdik, (onlar) sınırlar dikip toprak için kan döktüler. Hava ve su verdik, kirletip zehirlediler.

.2/4 (Çünkü onlar,) ölümden korkmadan hayatın kusursuzluğunu yaşayamaz hale gelenlerdir ve (onlar) korkak, çıkarcı, sahte, şirretle kaplı, oyuncu ve karaktersiz kimselerdir. Şüphesiz ki, Rab'lerinin cennet ve cehennemi kusursuzdur.

.2/5 Bazıları kendi kızlarının bekaretini bozdu, bazıları da bozulan bekaretler yüzünden kızlarını öldürdü. Kadınlar hep ikinci plana atıldılar.

.2/6 Rablerini en çok hatırlayanların yeri cehennem ve en az hatırlayanların yeri cennettir. (Çünkü, Biz) onları zor ve karmaşık bir sınava soktuk.

.2/7 İnsanoğlu doğa üzerindeki en tehlikeli silahtır. (Andolsun ki,) onları yok edeceğiz.

.2/8 Fakat (Onlar, Rab'lerini) şaşırtacak kadar yetenekli ve mükemmel hale geldiler. (Rab'lerinden onlara) bahşedilmiş yaratıcılık gücünü iyi ve kötü şeylerde sınırsızca kullanarak büyük başarılar ve utançlar yarattılar.

.2/9 (Biz, onları) ölümlü kıldık ki başlangıçla bitişi görebilsinler.

.2/10 (Bu yüzden) onlara kıyameti getireceğiz.



.3

.3/1 Artık (onların) evrenleri vazgeçilmiş bir boşluktan ibarettir. (Çünkü,) Rab evrenleri yaratır ve yok eder.

.3/2 (Onlar) bu vakitten sonra hatalarını telafi edemez, yanlışlarını düzeltmez ve doğru yolu bulamaz. (Çünkü onlar) yok olacaklar.

.3/3 Hak ettikleri şekilde biri bile kalmayıncaya kadar ölüm devam edecek, doğa tersine dönecek ve (onlar) gerçek korkuyu görecekler.

.3/4 Andolsun ki, onlara tahmin edemeyecekleri bir dehşet yaşatacağız.

.3/5 Yerden çıkan ateş dağlardan ve deliklerden fışkırıp tenlerine dokunduğunda, hatırlayacaklar. Bazıları heykel olacak, bazıları kül. Deniz taşacak, yer yarılacak, güneş yakacak ve hava zehirleyecek. Suyu(-n yerini) kül, geceyi gündüz ve yaşamı(-n yerini) ölüm alacak.

.3/6 Yıkım bittiğinde yeryüzünde tek bir canlı kalmayacak.

.3/7 Evrenin içine aldığı her şey bir toz bulutu haline gelecek.

.3/8 (Onlar) gözlerini yeniden açtıklarında mahşer zamanı gelecek ve uyanacaklar.

.3/9 Yaptıkları her şeyi yazdırdık ki hesap günü geldiğinde Rab'lerinin terazisinde kalplerinin temizliği ve zihinlerinin genişliği ölçülerek (Rab'leriyle) ödeşsinler.

.3/10 (Çünkü Rab) sunduklarını geri almasını bilir.



.4

.4/1 Evrenin büyüklüğü ve çeşitliliği karşısında (insanoğlu) değersizdir.

.4/2 (Onlardan) önce ve sonra sayısız galaksilerde sayısız yaşam yaratıldı ve yok edildi. Hepsi evrenin yaratım gücü ve büyüklüğü karşısında zerre tanesidir.

.4/3 Rab, üzgün bir zamanında Adem'i yarattı, ondan sıkıldı ve onu cennetine koydu. "Bu ağaçtan yemek yeme." buyurdu ve (onu) sınadı. İnsanoğlu değersiz ve aç gözlüdür, Adem karnını doyurdu ve Rab (onların) evrenlerini yarattı (sonra) Adem'e buyurdu. "Bundan sonra burada yaşayacaksın." Adem ağladı ve kovulduğu cennete geri dönmek için yalvardı. Rab Şeytan'a gitti ve (ondan) "Adem'e göz kulak ol," buyurdu. Şeytan isyan etti, "Senden başka kimseye göz kulak olmam, secde etmem." dedi. Rab sözünü söylemişti. Şeytan Adem'e ve Havva'ya ve çocuklarına ve nesillerine musallat oldu.

.4/4 (Sonra,) Rab iyiliği dengede tutabilmek için melekleri görevlendirdi. Cebrail, İsrafil, Mikail ve Azrail (onların) düzenlerinin işlemesi için çalıştılar. Fakat (onlar) kanlı tarihleri ve geldikleri noktanın korkunçluğu itibarı ile melekleri bile (onların) yaşadıkları yerin yok edilmesini isteyecekleri bir duruma getirdiler.

.4/5 Melekler görevlerinden sıkıldı, şeytan insanlara musallat olmaktan bıktı. Rab verdiklerini geri çekti ve artık (onlar) yok oluşa mahkum oldular.

.4/6 Görevlendirilenler güzellikten meydana gelen bir galakside uzun bir tatile çıkacaklar, insanoğlu yeniden dirilecek ve hesaplaşmadan sonra hak ettiğine kavuşacak, galaksileri ise toz bulutu haline gelecek.

.4/7 Rab (onları) şekilsiz ve ucuz olmaları için çamurdan ve sudan meydana getirdi. (Onları) ruh verip hayat ve doğa ile sınadı. Doğruluğu seçenler azalınca yaşamlarını kötülük kapladı ve adaletsizlik baş gösterdi. Eşitlik olmayan bir yaşam düşünülemez (çünkü) Rab adildir.

.4/8 (Onlar,) yok oluşlarını anlatan bir kitabı bile hak etmez. Fakat Rab cömerttir.

.4/9 Dünya yok olacak ve hepsi ölecek, ardından dirilecek ve hesap verecekler. (Şüphesiz ki, Rab) hepsinin kaderini belirleyen tek yaratıcıdır.

.4/10 (Onlar) üstün yaratıklar değildirler ve Rab için bir değerleri yoktur.



V.



Elçi kitabı yazdıktan sonra internet üzerinden onun diğerlerine iletilmesini sağlıyor ve ardından bana dönüp, “Bitti,” diyor. “Kitabı gönderdim. Artık insanlar onu okuyacaklar. Tabii bütün dünyaya yayılamaz, bunun için birkaç sihir ya da büyü gibi bir şey yapman lazım sanırım.”

“Orası kolay.” diyorum elçiye. “Şimdi seni öldürmem gerekiyor.”

Elçi az önceki sakinliğini koruyarak, “Neden?” diye soruyor.

“Yıkımı görmemen için.” diye cevap veriyorum. “Bunu bir mükafat olarak gör. Bütün insanlar öldükten sonra, geçmişteki diğer peygamberlerle birlikte yeniden dirileceksin.”

“Ben bir peygamber olmak istemiyorum.” diyor. “Yine de beni öldürmen gerekiyorsa, sana karşı koyamam. Ne olsa sen doğaüstü güçleri olan bir meleksin.”

“Merak etme,” diyorum ona. “Nasıl olduğunu hissetmeyeceksin bile.”

Elçinin kalbi duruyor ve cansız vücudu oturduğu koltuğun üzerine düşüyor. Ölüm Meleği onun ruhunu almak için içeriye girerken elçinin evinden çıkıyorum.

Yeniden sokaklara döndüğüm zaman kadınıma gitmeye başlıyorum. Sokaklardaki kaos şiddetini arttırarak devam ediyor. Olup bitenleri izlememeyi ve şahit olmamayı seçiyorum ve Lola’nın yanına varmak için havalanıyorum. Artık benim için tek önemli olan şey o.

Evimizin sokağında alçalıp yere indikten sonra yürüyerek kırmızı tuğlalardan örülü eski apartmanın bahçesine girip merdivenlerden çıkarak dairemizin kapısına varıyorum. Anahtarları kullanmadan kilidi açıyorum ve içeriye giriyorum.

Lola geniş bir odadan meydana gelen evimizin Güney duvarındaki büyük ve eski pencerenin önündeki kanepede üzerindeki küçük külotu ve pembe kazağıyla oturuyor. Bacaklarını koltuğun üzerine toplamış, dışarıdan gelen sesleri dinleyerek elindeki esrarı içiyor.

“Lola,” diye sesleniyorum ona.

Başını daldığı yerden kaldırıp bana bakıyor. “Bebeğim?” Gözleri sevinçle doluyor ve oturduğu yerden kalkıp yanıma geliyor. Sarılıyoruz. Ona sarıldığımda içinin güvenle dolmasını sağlıyorum.

“Ben geldim, bebeğim.” diyorum. “İyi misin?”

Sakinleşmiş bir sesle, “Evet,” diyor ve bana biraz daha sarılıyor. “Biraz korktum, dışarıda çok kötü şeyler oluyor. Sana bir zarar gelecek diye çok endişelendim.” Gözlerimin içine bakıp beni öpüyor. Kısa bir süre öpüşüyoruz. Lola geri çekilip yeniden bana bakıyor. “Senden özür dilerim, bebeğim." diyor.

"Neden?"

"Barda söylediklerini duyduğumda saçmaladığını düşünmüştüm.”

“Sana asla yalan söylemem, Lola.”

“Biliyorum, bebeğim.” diyor ve “Eve gitmek için bardan dışarı çıktıktan sonra müşterisinin gırtlağını kesen bir berber gördüm." diye anlatmaya başlıyor. "Sonra alışveriş yapmak için markete gittim. İnsanlar çıldırmış gibiydiler. Kalabalığın çoğu etraftaki mağazaları soyuyordu. İnanılmaz bir karmaşa vardı, bebeğim. Polisler mağazaları yağmalayan insanların üzerlerine ateş ettiler fakat bu bile karmaşayı dindiremedi. Orada birçok kişi öldü. Şükürler olsun ki iki şişe şarap ve bir viski almayı başardım. Artık… dışarıdaki insanlar çok farklı davranmaya başladılar, bebeğim."

"Biliyorum Lola."

"Esrar almak için torbacının yanına gittim," diye devam ediyor, "Herif kafayı yemiş gibi davranıyordu. Elindeki malı bitirip buralardan uzaklara gideceğini söyledi. ‘Buralarda ölüm kol gezmeye başladı,’ dedi bana. Gerçekten çok korktum." Pişmanlıkla gözlerime bakıp yanağımı okşuyor, “Sana inanmadığım için özür dilerim, bebeğim.”

Saçını okşuyorum. “Önemli değil, Lola.” diyorum gülümseyerek. “Orada sana söylediklerim pek normal şeyler değildi, bunu biliyorum. Aslında gerçeğe kendi gözlerinle tanık olman çok daha iyi oldu.”

“Biliyorum,” diye mırıldanıyor. “Artık yanımdasın ve güvendeyim.” Ardından kısa bir sessizlik oluyor sonra Lola parmaklarının arsındaki esrarı bana uzatıp, “İster misin?” diye soruyor.

Ondan ayrıldıktan sonra başımdan geçenleri düşünerek koltuğa otururken, “Evet,” diyorum ve sigarayı alıyorum. Ben derin bir nefes çekerken Lola yanıma oturuyor. Belime sarılıp başını omzuma yaslandıktan sonra dairemizi aydınlatan büyük pencereye doğru dönüyor. İki nefes daha çekiyorum.

“Bebeğim?”

“Efendim, Lola.”

“Şimdi sen…” Biraz duruyor ve kendi kendine, “Bu çok garip.” diye mırıldandıktan sonra, “… bir melek misin?” diye soruyor.

“Evet, bebeğim.” diyorum.

“Nasıl bir duygu?”

“Karmaşık, Lola. Bir insan bunu asla anlayamaz.”

“Neden?”

“Çünkü insanlar evrenin büyüklüğü ve genişliği karşısında yapı olarak çok aciz kalıyorlar.”

“Başka evrenler de var mı?”

“Sayılamayacak kadar fazla, Lola.”

Koltuğun üzerinde dizlerine doğrulup şaşkınlıkla bana bakıyor. “Yani uzayda hayat var?”

“Bir mikroskoptan baktığın zaman orada bir yaşam görürsün, değil mi bebeğim?”

“Evet.”

“Fakat senin boyutlarına göre o yaşam mikroskobiktir. Evrenin büyüklüğü içerisinde Dünya’nın mikroskobik bir boyutu var, Lola.”

“O zaman asalak organizmalardan bir farkımız yok?”

“Baba’nın yarattığı her yaşamın kendisine göre bir değeri var, bebeğim. Hiçbir şey değersiz değildir.”

"Melek olarak bir adın var mı?"

"Yüzlerce alem lisanında binlerce adım var, bebeğim. Fakat burada insanlar Cebrail diye biliyorlar beni."

"Peygamberlere kitap getiren meleksin." diyor Lola.

"Evet, bebeğim."

"Dünyadaki din kitapları doğru mu peki?"

"Hayır, Lola. Çoğu değiştirildi. Aslında on binlerce yıldır hiç bir kitap gönderilmedi."

"Ama bu süre içerisinde bir sürü peygamber yaşadı?" diye soruyor.

"Çoğu şizofrendi, bebeğim." diyorum. "Ya da düzenbaz ya da zeki ve işleri lehine çevirmek konusunda yetenekli insanlardı."

"İsa'yı gördün mü?"

"Meryem ile daha fazla vakit geçirdim aslında."

"Yani İsa gerçek bir peygamber?"

"Hayır, bebeğim, sadece başka bir fiyasko. İsa bir kitap bırakamadan öldürüldü. Kitaplar sonradan yazıldılar."

"Peki Musa?"

"Dünyaya gelmiş en zeki piçlerden biri sanırım."

Kendi kendine ufak bir kahkaha atan Lola, "Tüm bunlar şaka gibi!" diye mırıldanıyor.

Elimle pencereyi gösterip, "Başını çıkar ve dışarı bak bebeğim," diyorum. "Bir şaka olmadığını yeniden hatırlamana yardımcı olur."

Kül tablasına bıraktığım sigarayı alıp derin bir nefes çektikten sonra, "Peki, Bay Melek." diyor Lola, "Tam olarak kaç yaşındasın?"

"Sizin zaman biriminize göre mi?"

"Başka evrenler olduğuna göre başka zaman birimleri de var tabii..." diye mırıldanıyor ve "Evet," diyor. "Bizim zamanımıza göre."

"Altı yüz milyardan fazla senedir Baba'ya hizmet ediyorum, bebeğim."

Lola yüzünü buruşturup sıkıntıyla dudaklarını ısırıyor. "Lanet olsun," diye mırıldanıyor. "Ben sadece yirmi üç yaşındayım!" Kanepeden ayağa kalkıyor. Söylediğime inanmıyormuş gibi bana bakıyor, bedenini kaplamış olan korkusunu hissedebiliyorum. "Beni ikna et!" diyor.

Lola'ya bakıyorum. "Bebeğim, lütfen otur."

Lola yumruklarını sıkmış bir şekilde odanın içinde hızlı adımlarla volta atmaya başlıyor ve "Hayır!" diyor ciddiliğini bozmadan. "Beni ikna et! Bir melek olduğuna ikna et beni!"

"Bebeğim, gel ve yanıma otur. Saçmalıyorsun Lola."

Ağlarmış gibi çıkan bir sesle, "Lanet olası ikna et beni!" diye bağırıyor. "Tanrım, çıldırmak üzereyim!" Ardından titreyerek ağlamaya başlıyor.

"Ne yapmamı istiyorsun Lola?" diye soruyorum sesimi biraz yükselterek. "Dışarıda gördüklerin seni ikna etmedi mi?"

"Bilmiyorum!" diye bağırıyor. "Bebeğim, hemen bir şeyler yapsan iyi edersin yoksa birazdan çok kötü şeyler olacak!" Odanın içinde yürümeye devam ediyor.

“Gel ve yanıma otur, bebeğim.” diye mırıldanıyorum.

Salya sümük ağlamaya başlıyor ve sehpanın üzerinde duran makası eline alıyor. Boşta kalan bileğini açarak makası doğramaya hazır bir şekilde havada tutuyor ve var gücüyle bana bağırıyor. "Bir şeyler yap lanet olası! Bir-şey-yap-ve-beni-ikna-et!"

Lola'nın elinde tuttuğu makas bileğini kesmeden önce sağ tarafımdaki duvardaki büyük pencereye doğru elimi kaldırıp penceredeki bütün camları patlatıyorum. Büyük bir gürültü koparıp parçalanarak dairemizin içine dökülen cam kırıklarını seyreden Lola bir anda hareketsiz kalıyor ve elindeki makas çözülen parmaklarının arasından kayıp bileğine değmeden yere düşüyor. Tüm camlar dökülene kadar gözlerindeki yaşlarla burnunu çekerek durduğu yerden kırılmış pencereyi izleyen Lola evimizin içi dışarıdaki kaosun sesleriyle dolmaya başladığında donukluk halinden yavaşça çözülüyor ve ardından ağlaması kesiliyor.

"Gel ve yanıma otur bebeğim," diyorum ona. "Söz verdiğim gibi, son ana kadar sana bir zarar gelmeyecek."

Lola burnunu çekerek yanıma gelip oturuyor ve birlikte kıyametin bitmesini beklemeye başlıyoruz.



fin.

temmuz-ağustos 08. istanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder