Yağmur var gücüyle hedef aldığı şehri taciz etmekten birkaç dakika önce vazgeçmiş. Akşam çoktan demini almış; insanların işlerinden evlerine dönme zamanı gelmiş; taşıma araçlarından inen herkes yürüyor, herkes kalabalık caddelerden ara sokaklara dağılıyor, herkes parçalanıyor ve en ufak bireysel parçalar halinde evlerine ulaşıyor. Herkes yorgun, herkes kederli, herkes sıkıntılı, herkes üzgün; yağmur herkesin içinde bir burukluk bırakmış. Islak şehir insanların kötü hatıralarını canlandırmış sanki. Herkes üzgün; hiç kimse gülmüyor nedense.
Bir sokak köşesinde sıkıntıyla pinekliyorum. Buz gibi bir rüzgar fermuarını sonuna kadar çektiğim deri ceketimin içinden giriyor; soğuk derimi dürtüp tüylerimi kaldırıyor, hassas noktalarımı sertleştiriyor; tüm duyularımı hareketlendiriyor bir an. Sigaramı tuttuğum elim buz kesmiş, diğeri cebimin içinde ılık bir şekerleme uykusuna dalmış; her an tetikte dışarı çıkmayı bekliyor. Sırtımı eski bir sokak lambasına yaslamışım. Sigaramdan derin nefesler çekip lambanın ışığının sokak üzerine vuran aydınlatıcı yuvarlak çapının altında yatan ıslak asfaltın üzerindeki ışık oyunlarını, kamaşmaları, yansımaları seyrediyorum. Kaldırımın kenarından ince sayılmayacak bir su yolu akıyor. Küçükken yağmurun oluşturduğu bu su yollarını hep azgın bir dereye benzetirdim; elimdeki tahta parçası muhteşem bir fırtınada azgın bir nehirde kalmış cesur bir kaptanın sürdüğü bir tekne olurdu; yağmur suyu ise azgın ve ölümcül bir nehir. Oysa şimdi bu su yolları ayakkabılarım su almasın diye üzerinden atladığım, yaklaşmaktan kaçındığım bir korku olmuş. Küçükken sevdiğimiz şeylerden büyüdüğümüz zaman korkuyor olduğumuzu anımsıyorum, yeniden.
Sessiz sokağın çevresindeki evlerden çatal bıçak tıkırtıları duyuluyor. Yorgun aileler akşam yemeklerini yiyecekler, sonra birlikte televizyon seyredecekler ve daha sonra uyuyup yarınki hamallıkları için enerji toplayacaklar. Sokak buram buram toprak kokuyor. Yağmurun şehri temizlemesini hep çok sevmişimdir. Orospu İstanbul’un sık sık temizlenmesi gerekiyor çünkü; ama ne kadar yıkanırsa yıkansın bu hüzünlü ve yorgun şehrin, üzerine sinmiş olan bu kokuşmuş cenabetlikten arınabileceğini sanmıyorum.
Önümden bir araba geçiyor önce. Sonra yürüyen birileri evlerine giriyor ve sokak çok kısa bir süre ıssız ve sessiz kalıyor. Başımı sokağın başladığı yokuşa çeviriyorum. İncecik bir siluet beliriyor; adım attıkça minik minik büyüyor siluet. Onu izlemeye başlıyorum; bulunduğum yerden çok uzakta olduğu için bir kadın mı yoksa ergenlik çağındaki genç bir erkek çocuğumu olduğunu kestiremiyorum. Gözlerimi ondan ayırmadan sigaramdan bir nefes daha çekiyorum; izmarite yaklaşan ateş parmaklarımı yakıyor kısa bir an. İzmariti ayaklarımın dibinden akan azgın nehrin içine fırlatıveriyorum; ölü bir kaptanın kullandığı bir gemi oluyor ve nehir onu birkaç alaboradan sonra bir kenara atıveriyor; bütün yolcular öldü, dikkat dikkat!..
Gözlerimi tekrar yaklaşmakta olan siluete çeviriyorum. Yüz metrenin kişiden kişiye değiştiği günümüzde mesafe hesaplarını hiç bilmeyen ben için, yaklaşmakta olan siluet ile aramızda kaç metre uzaklık olduğu hakkında hiçbir fikir yok; sadece yaklaşıyor işte. Biraz sonra yanımda olacak. Bana doğru bir on beş – yirmi adım kadar atıp siluetten, net olmayan bir insan görüntüsüne girdiği zaman yaklaşanın bir kadın olduğunu görüyorum. En fazla bir buçuk metreden on santim daha uzun, zayıf bir iş kadını. Üzerinde belindeki kuşağı sıkıca sarıp yakalarını kaldırdığı koyu saman rengi klasik bir palto var. Paltonun etekleri dizlerine kadar uzanıyor; ayaklarında attığı her adımda çıkardığı sesleri daha net duyduğum uzun boğazlı bir bot var. Saçlarını başının tepesinde toplamış; bu haliyle tıpkı şu büyük ve heybetli binaların içinde sürüler halinde çalışan ofis insanlarına benziyor. Sırtımı dayamış olduğum sokak lambasının ışığının aydınlatma çapı içine giriyor. Köşeli ince bir yüzü var; küçük bir çenesi, dalgın ve çökük gözleri, çıkık elmacık kemikleri, ufak ince bir burun, ince dudaklar, ince bir beden; kadının her şeyi incecik; tanrı bu kadını elindeki insan yapma malzemelerinden tasarruf ederek yaratmış olmalı. Ama bu incecik olmanın kendisine kattığı incecik bir çekicilik de var. Belki de hep zayıf kadınlardan hoşlandığım için ben böyle düşünüyorum bilmiyorum, ama kadın çekici bir kadın; orası kesin. Onunla sevişmek benim gibi zayıf kadın takıntısı olan bir erkek için mükemmel olurdu doğrusu.
Başını kaldırıveriyor birden; kısa bir an bana bakıyor. Göz göze geliyoruz; her şey ağır çekim halini alıyor ve kadın bana hafifçe bir göz kırpıveriyor. Yo, hayır yanlış görmedim! Kadın ince dudağının kenarına çapkın bir gülümseme yerleştirdi ve bana bakıp göz kırptı! Zaman normal akış hızına dönüyor ve kadın adımlarının hızını kesmeden yürümeye devam ederek yanımdan geçip gidiyor; arkasından bakakalıyorum bir an. Sokak lambasının ışık çapından çıkıyor; bir on adım kadar sonra tekrar bir siluet olacağının farkına varıyorum.
Fazla düşünmeden kaldırımdan inip hızlı adımlarla peşinden yürümeye başlıyorum. Ben de onun arkasından lambanın ışık çapından çıkıyorum; karanlık sokakta önümde giden kadınla aramdaki mesafeyi koruyarak yürümeye başlıyorum. Kısa bir süre bu şekilde yürümeye devam ediyoruz. Başka bir sokağa giriyor, ben de ardından dalıveriyorum sokağa.
Sonra aniden duruyor kadın; bende duruyorum. Arkasını dönüyor yavaşça, kendinden emin, durumdan oldukça memnun bir şekilde bana bakıyor; gözleri yağmurda ıslanmış yeşil bir asfalt gibi! -ve gülümsüyor. Gülümsemesine cevap vermem için bana fırsat bırakmadan dönüp yürümesine devam ediyor. Kendime olan güvenim daha da fazla artarak peşinden devam ediyorum ben de. Başka bir köşe döndükten sonra takipten sıkılıyorum ve adımlarımı hızlandırıp usulca kadının yanına varıveriyorum.
“ Merhaba. “ diyorum en sevimli halimle.
“ Konuşma. “ diyor küçük bir çocuk gibi. Sonra elimi tutuveriyor ve, “ Sadece gel. “ diyor, “ Beni izle. “
Susuyorum bende. Birlikte yürümeye başlıyoruz. Sıcacık eline bırakıyorum kendimi; sokaklar, caddeler, insanlar dışarıda olan hiçbir şey umurumda değil; aslında, ölmenin huzurunu yaşayan mutlu bir ruh gibiyim; elimden sürükleyerek gezdiriyor beni çapkın kadın. Hiçbir şey düşünmüyorum, elinin sıcaklığından başka olup biten her şey kendimden çok dışarıda. Elinin akışına bırakmışım kendimi; nereye götürürse sorgusuz peşinden gidebilirim. Yeter ki o sıcaklık götürsün beni; muhteşem ısıtıyor beni. Sıcacık…
Bir apartmanın önünde duruveriyoruz. Elimi bırakıyor ve, “ Gel, “ diyor. Apartmandan içeri giriyoruz; kadın önde ben arkada merdivenleri tırmanmaya başlıyoruz. Dar kabanının altında hareket eden kalçalarını izliyorum çıkarken. Bir daire kapısının önünde duruyoruz; kadın çantasından çıkardığı anahtarla açıyor kapıyı; hiç konuşmadan arkasından içeri giriyorum. Bir hole geçiyoruz; “ Kabanını as ve içeri geç, “ diyor bana, “ Hemen geliyorum. “ Holün diğer tarafındaki bir odanın kapısından girip kayboluveriyor.
Montumu çıkardıktan sonra gösterdiği taraftaki odaya giriyorum. Kaba fakat modern eşyalarla donatılmış şirin bir salon burası. Bana en yakın olan koltuğa oturup beklemeye başlıyorum kadını. Odayı izliyorum ama içimdeki heyecan yüzünden gördüğüm eşyalar sanki orada değil gibi. Sadece heyecan hissediyorum içimde; bir an önce yanıma gelip o sıcaklığı bana yeniden yaşatmasını istiyorum. Onun çırılçıplak bedeniyle bir olmak istiyorum. Sıcaklığını bir kez daha tadını çıkara çıkara yaşamak istiyorum.
Kadın odaya giriyor. Üzerini değiştirmemiş, hala sırtında paltosu var. Bir eli cebinde, diğer eli dışarıda gülümseyerek yanıma yaklaşıyor. Oturduğum koltuktan ayağa kalkıyorum; göz göze geliyoruz. Dudaklarımız birbirini çekiyor birden; birleştiriyoruz. Gözlerimi kapatıp onun alt dudağını emmeye başlıyorum; ıslak ve sıcak dudak ağzımın içinde gezinmeye başlıyor. Dilini yakalıyorum ve yavaşça emiyorum; soğuk ve katı havanın tam tersine sıcacık, kaygan ve ıslak bir his. Kısa bir süre öpmeye devam ediyoruz birbirimizi.
Sonra karnımda bir sertlik hissediyorum. Kadının dudaklarından ayrılıp gözlerimi açıyorum, karnıma bakıyorum; kadının eli karnımın üzerinde; elinde bir şey var; karnımda keskin bir yanma hissediyorum, kadın elini karnımdan çekiyor; elindeki şey bir bıçak, parlak metalin üzerinde hafif bir kırmızılık. Karnımda sert bir acı var; dehşetle kadının yüzüne bakıyorum, bana nefretle bakıyor; yüzünde bir zafer gülümsemesi.
“Ama…“ diyorum belli belirsiz, “Neden?..“ Karnıma berbat bir kramp saplanıyor; yaradan akan kanımın sıcaklığını göbeğimde hissediyorum, kan aşağı doğru süzülmeye devam ediyor. Elimle yarayı tutuyorum. Hafifçe öne eğiliyorum ister istemez.
Sırtımla omzum arasında bir yere bir daha saplanıyor bıçak. Gözlerimi kapatıp başımı acıyla geriye atıyorum. Kadın tekrar bıçağı çekiyor. Birkaç adım geri çekildikten sonra üzerindeki paltoyu çıkarıyor. Paltoyu koltuğun üzerine bırakıp kazağını çıkarıyor.
Dizlerimin üzerine yere düşüyorum. Tarifsiz bir acı hissediyorum; biraz sonra öleceğim farkındayım artık.
“Çünkü,“ diyor soyunmaya devam ederek, “Bazıları karşı cinsi sever, bazıları da hemcinsini… Bazıları için cinsiyet önemli değildir… Zevkler tartışılmaz… Çoğu insan diri sever… Fakat bazıları da ölü…“ Bir kahkaha atıyor, “Daha önce nekrofili diye bir şey duymuş muydun?“
Yere düşüyorum. Kadın çırılçıplak üzerime otururken şuurum kapanmaya başlıyor... Ölmeden önce gördüğüm en son sahne yüzünde sapıklık dolu bir gülümsemeyle ölmek üzere olan benim üzerimdekileri soyan ruh hastası çıplak bir kadın oluyor…
Kadının ölü birinin penisini nasıl kullanacağını düşünerek veriyorum Ruh’umu Tanrı’ya.
Manyak orospu! Piç ettin yağmurun güzelim sihrini!...
.alican
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder