31 Ekim 2011

.iyi hissettirme şirketi


Rönesans mimarisinde yapılmış eski ve heybetli binanın kapısından içeri girdiğim zaman karımın zırvalarını dinleyip de buraya gelmiş olduğuma inanamıyordum fakat son zamanlarda yaşadığım talihsiz olayların gölgesinden doğan engelleyemediğim bir itkinin sanki beni ayaklarımdan sürüklermiş gibi buraya getirmesine de engel olamamıştım. Yağmurlu ve karanlık şehrin kalabalık bir caddesinin üzerindeki çarpık sokaklarından birinde olmasına rağmen eski binanın giriş kapısından geçtikten sonra çıktığım geniş zemin oldukça ferah ve aydınlıktı. Galerinin vitrin ve güvenlik bölümünün karşısındaki koyu mavi duvarın önü boyunca sıralanmış karşılama masaları olmasa kendimi geniş bir sergi galerisindeymiş gibi hissedebilirdim fakat İyi Hissettirme Şirketi’nden ilk içeri girdiğim zaman unuttuğumu sandığım bütün iyi hislerim dipsiz bir uçurumda son sürat düşmekteydi. Son zamanlarda uzun süredir kendimi iyi hissedebildiğim hiçbir anımı hatırlamıyordum ve etrafımdaki insanları da mutsuzluğumla huzursuz eder hale geldiğimi düşünen karımın zorlamalarıyla buranın yolunu tutmak zorunda kalmıştım. Bu şirketin moralimi yeniden yerine getiremeyeceğine dair kararlı bir inançlılıkla boş masalarda oturan görevlilerden birine doğru ilerledim.

Danışma masasının arkasında oturan sarışın ve sağlıklı görünümlü kadının üzerinde hosteslerin giysilerini andıran koyu mavi bir etek, koyu mavi bir yelek, koyu mavi çizgili beyaz bir gömlek, beyaz bir fular ve üzerinde İ.H.Ş. yazılı bir iğne olan koyu mavi bir şapka vardı. Masasına doğru yürürken gülümseyerek beni karşılamak için saygıya oturduğu yerden ayağa kalktı. Sanırım müşteriler tarafından daha net ve aydınlık görünebilmesi için tepedeki gizli bir spot onun üzerine çevrilmişti, üzerine vuran bu ışık yüzünden sürekli gözlerini kısarak konuşuyordu ve üzerindeki koyu mavi elbisenin etrafında uçuşan toz zerreleri bile ışık sayesinde rahatlıkla seçilebiliyordu.
            ‘İyi Hissettirme Şirketi’ne hoş geldiniz, bayım,’ dedi gülümseyerek. Tokalaşmak için uzattığı elini sıktım ve karşısındaki sandalyeye otururken, ‘Hoş bulduk.’ diye cevapladım.
            Sandalyesine oturup masanın üzerine koyduğu dirseklerini kırıp parmaklarını birbirine kenetledikten sonra köşeli yüzü söyleyeceklerimi dinlermiş gibi bir ifade takındı ve lafı uzatmasına fırsat bırakmadan,  ‘Ben…’ diye direkt konuya girdim. ‘Sanırım kendimi kötü hissediyorum…’
            Güven verici pozisyonunu bozmadan, ‘Sizi anlıyorum,’ dedi. ‘Bu konuda size yardımcı olacağımızdan ve en kısa sürede sizi yeniden mutlu bir hale getireceğimizden emin olabilirsiniz.’ Sonra sevgiyle gülümsedi.
            ‘Sorun şu ki, buraya karımın isteğiyle geldim.’ dedim ve ‘Aslında sizin moralimi düzeltebileceğinize de pek inanmıyorum.’ diye itiraf ettim.
            Yüzünde bir anlık şaşkınlık ifadesi belirdi sonra yeniden yumuşayıp ciddiyetle, ‘Bayım,’ dedi. ‘İyi Hissettirme Şirketi hizmet vermeye başladığı günden beri başvuran bütün hastalarını tedavi etmiştir.’ Söylediğinin önemini vurgulamak istercesine elini kaldırıp, ‘Bir hastamız bile bu binadan tedavi olmadan ayrılmamıştır.’ diye ekledi.
            ‘Ününüzün farkındayım,’ dedim. ‘Fakat iyileşebileceğime inanmıyorum.’
            ‘Bayım, size tek bir soru sorabilir miyim?’
            ‘Evet, buyurun.’
            ‘En kötü ruh halini 1 en iyi ruh halini 99 varsayalım, şu anki durumunuza kaç verirdiniz?’
            ‘Sanırım 5… ya da altı… taş çatlasa 7… bilemedin sekiz… ’
            ‘Anlıyorum, ama inanın bana düşündüğünüz kadar kötü durumda değilsiniz.’
‘Bunu nereden bilebilirsiniz?’
Birden sanki bir kafede sohbet ediyormuşuz gibi dostça bir tavır takınıp, ‘Bayım,’ dedi, ‘Sekiz senedir bu işi yapıyorum ve inanın bana sizden çok daha kötü insanlar gördüm.’ Cevap vermeme fırsat bırakmadan, ‘Size bir form vereceğim ve bu formdaki soruları cevaplayacaksınız, tedavinizin doğru olabilmesi için bütün sorulara dürüst bir şekilde cevap vermeniz çok önemli.’ diye devam etti ve koyu mavi masasının çekmecesinden koyu mavi bir form kağıdı çıkartıp koyu mavi kalemlikten üzerinde İ.H.Ş. yazan koyu mavi bir kalemle birlikte kağıdı bana uzatıp, ‘Sonra da size uygun olan tedavi paketlerinden birini seçeceğiz ve hemen tedavinize başlayacağız.’ diyerek bitirdi sözlerini.
            Kağıtla kalemi alırken, ‘Anladım,’ dedim ‘Şu sıralar işim dolayısı ile benim zamanım oldukça kısıtlı, yani bu günlerde hastaneye yatamam.’
Güven verici bir şekilde gözlerimin içine baktıktan sonra, ‘Sizi temin ederim, merak edilecek hiçbir şey yok.’ dedi. ‘Tedaviniz tahmin edeceğinizden çok daha kısa sürecek.’ Sonra çok önemli bir şeyi unutmuş gibi bir tavırla, ‘Kimlik kartınızı alabilir miyim?’ diye sordu.
Kartımı uzatırken, ‘Henüz tedavi olmak istediğimden emin değilim,’ dedim ve bilgisayarı işaret ederek, ‘Oraya beni kaydetmeyin.’ diye uyardım.
‘Kayıt için değil,’ dedi. ‘Biz müşterilerimizin kaydını tutmayız. Sadece tedavi ücretini ödeyebileceğinizden emin olmamız gerekiyor, bayım. Aksi halde tedaviye başlayamayız. Ben bilgilerinizi kontrol ederken siz de formu doldurun lütfen.’ Sonra yardım edermiş gibi gülümsedi ve ‘Ne de olsa pek fazla vaktiniz yok.’ diye ekledi.

Görevli bilgisayarda kayıtlarıma bakarken verdiği formu önümdeki koyu mavi sehpanın üzerine koyduktan sonra doldurmaya başladım. Birinci bölümde isim, adres gibi bilgiler isteniyordu, el çabukluğuyla bunları tamamladıktan sonra ikinci bölüme geçtim. İkinci bölümde ruh halimin şu an ne durumda olduğunu saptamak için sorulan test sorularını cevapladım. Dört sorudan oluşan testin dörder şıkkı olduğunu göz önüne alınca hangi tedavi paketine ihtiyacım olduğunu verdiğim üstün körü cevaplarla belirlenmiş olacağı sonucunu çıkardım çünkü İyi Hissettirme Şirketi’nin hastalarına sunduğu 4 çeşit tedavi paketi vardı ve test kağıdındaki cevaplara göre bunlardan birini seçiyorlardı. Oysa ben en azından tedavi öncesinde bir psikiyatrla konuşacağımı düşünmüştüm fakat binadan içeri girdikten sonra yaptığım bütün gözlemlerden İyi Hissettirme Şirketi’nin kusursuz kapitalist bir mantıkla işliyor olduğunu fark ederek hayal kırıklığı yaşasam da hastalara müşteri tedaviye ise paket program muamelesi yapılmasını kabullenmiştim, sonuçta yaşadığımız dünya böyle bir yerdi. Ruh bilimiyle ilgilenerek bozulmuş ruh sağlığını dört soruluk üstünkörü bir ankette belirleme yöntemini kullanarak bugüne kadar kendilerine tedavi olmak için gelen hastalarının tamamını nasıl tedavi edebildiklerini merak ediyordum ve sırf bu yüzden formun üçüncü kısmına geçerek doldurmaya devam ettim. Üçüncü kısım biraz garipti, tedavi sırasında olabilecek herhangi bir kaza, aksilik ya da ters giden bir olay için hastadan sorumluluğu kabul etmesi isteniyordu. Burası oldukça ilgimi çekmişti, demek ki tedavi –nasıl bir tedavi yöntemi uygulandığı şirketin sırrıydı ve tedavi olan hastalar kesinlikle bu süreci hatırlayamıyordu- sırasında tehlikeli yöntemler kullanılıyor fakat bunların ne olduğu açıklanmıyordu.

            Formu doldurup masanın üzerine bıraktım ve biraz etrafa bakındım. Giriş kapısının karşısındaki mavi duvar boyunca uzanan masalarda insanlar ve görevliler oturmuştu, kimileri kendi aralarında konuşuyor kimileri ise az önce yaptığım gibi kendilerine verilen formları dolduruyordu. Yan masadaki adam da formunu doldurup görevliye vermişti. Görevli kağıda bir göz gezdirdikten sonra adama 2 numaralı kapıyı işaret etti. Üzerinde devasa harflerle İYİ HİSSETTİRME ŞİRKETİ yazan mavi duvar boyunca sıralanan dört kapı vardı. Adam masadan kalkıp 2 numaralı kapıya doğru ilerlerken benimle ilgilenen görevli kimliğimi bana geri uzattı ve masanın üzerinde duran formu aldıktan sonra hızla göz gezdirdi, biraz düşünürmüş gibi yaptı ve ‘Size uygun olan tedavi için Mutluluk ve Enerji Paketi’ni satın almanız gerekiyor. Eğer ödemeyi hemen yaparsanız nakitte yüzde yirmi iki indirim, kredi kartına 6 ya da üzeri taksit imkanımız var. Tedavinize hemen başlayacağız…’ dedi.
            Burada, ‘Bakın,’ diyerek lafını kestim, ‘Ben hastaneye yatamam.’
            Gülümseyerek yüzüme baktı ve ‘Hastaneye yatmayacaksınız, bayım.’ dedi. ‘Tedaviniz sadece üç dakika sürecek… Ardından okyanus kenarındaki bir çocuk gibi mutlusunuz!’ Eliyle tedavi odalarının birinden gülümseyerek çıkan bir adamı işaret ederek, ‘Bakın, beş dakika sonra tıpkı o beyefendi gibi buradan mutlu bir şekilde ayrılacaksınız.’ dedi ve ben adama bakarken, ‘Ödemenizi nasıl yapacaksınız?’ diye ekledi.
            4 numaralı odanın kapısından çıkan mutlu adamı izlerken, ‘Nakit.’ diye mırıldandım.
            Cebimden karımın anarşistlerin devrimi sırasında polisler tarafından öldürülen annesinden kalan birkaç parça altını satarak –onları satmamasını söylediğimde, ‘senin sağlıklı ve huzurlu olman benim için paha biçilemez.’ demişti- bana verdiği paraları kadına uzattım. Parasal sıkıntıdan yok olmanın eşiğine gelmiş bankaları tercih etmeyişim yüzünden yapılan nakit indirimi sayesinde cebimde biraz para artmış olsa da böyle bir krizde eski model bir araba alabilecek kadar bir parayı ruh halimi düzeltmek için harcamış olduğuma inanamıyordum. Üstelik dünya tarihindeki en tehlikeli ve en sefil zamanlardan birinde yaşarken böylesine gereksiz bir masraf yapmak düpedüz ahmaklıktı. Bu kapitalist piç kurularına paramı nasıl kaptırdığımı düşünüp tedaviden vazgeçme kararı vereceğim sırada görevli kadın, ‘Lütfen tedavi odasına buyurun,’ dedi ve önünde duran bilgisayardan çıkardığı bir vizite kağıdını bana uzatıp önünde iki güvenlik görevlisinin beklediği 3 numaralı kapıyı işaret etti ve ‘Merak etmeyin,’ dedi. ‘Biraz sonra hiçbir şeyiniz kalmayacak, geçmiş olsun.’

Elimdeki vizite kağıdına bakarak sandalyemden kalkıp masanın yanından geçtikten sonra görevlinin bana gösterdiği kapının önüne doğru ilerlemeye başladım. Bir banka kasasını andıran tedavi odasının çift kanatlı kapısında bekleyen silahlı görevlilerin yanına vardıktan sonra onlara elimdeki kağıdı gösterdim. Gözlerinden biri mekanik olan görevli kapının üzerindeki butona elini uzattı ve lazer kilitli kapı ortadan iki yana açıldı. Tedavi odasından içeri girmeden önce diğer görevli usulca kolumdan tutup, ‘Bayım, tedavi sırasında lütfen sakinliğinizi koruyun, aksi giden bir şey olursa kırmızı butona basın.’ diye kibarca uyardı.
Görevliyi ‘Tamam,’ diye cevapladım ve içeri girdim.
Tek gözü mekanik olan gülümseyerek ‘Geçmiş olsun.’ dedikten sonra lazer kilidine elini yaklaştırıp kapıyı ardımdan kapadı.

            Yarıçapı en az on metre olan çember şeklindeki yüksek tavanlı tedavi odasının bütün duvarları bembeyazdı ve ilk basamağında durduğum merdivenler odayla birlikte dönüp yükselerek odanın merkezinde ve merdivenlerin tepesinde duran koltuğa varana dek çaplarını küçültüp yükselerek devam ediyordu, koltuk merdivenlerin tepesinde ve çemberden merkezin ortasında duruyordu. Etrafa bakınırken odanın içinde, ‘Lütfen koltuğa oturun,’ diye bir anons yankılandı. Koltuğa giden merdivenleri tırmanırken sesin nereden geldiğine ya da kameranın nerede olduğuna bakınsam da beyaz duvarlar beyaz tavan ve beyaz merdivenler dışında hiçbir detay göremedim. Koltuğun yanına vardım, siyah renkli tek kişilik deri bir koltuktu, sol tarafında kapıdaki görevlinin bahsettiği kırmızı buton vardı. Koltuğa oturdum, oldukça rahattı. Etraftaki ışıklar sönüverdi ve merdivenlerle tavan renk değiştirerek koyu mavi oldu, duvarlar hala beyazlığını koruyordu. Sessizliğin içinde kendimi oldukça gergin hissediyordum.
            …
            Çocukken ailemle birlikte okyanus kenarına giderdik, şnorkelimle dibe dalıp deniz kabukları toplar onları günlerce güneşin altında kuruttuktan sonra koklardım. Okyanus, taş, tuz ve biraz da leş kokardı. O taşları ve kabukları koklarken bir tarafım bu kokudan tiksinir bir tarafım ise bu kokuya bayılırdı. Kimyasal reaktörler patlamadan önce dünyada güneş ışıkları vardı, uzun süredir güneş ışıklarını anımsamamıştım, oysa doğduğum zaman hayat sadece geceden ibaret değildi. Çocukken dünya renkli, sıcak ve neşeli bir yerdi. Okyanus, kır evimiz, köpeğim Akıl, ilk sevgilim, doğum günü partim, okuldaki ilk günüm, ailecek gittiğimiz tatiller, bebekliğim, çocukluğum, ergenliğim, gençliğim ve olgunlaşmam. Bu güne gelinceye kadar beni hayata bağlayan bütün o parlak anılar ve tuzlu yosun kokusu…
‘Geçmiş olsun’ diyen bir kadın sesiyle gözlerimi açtım. Koltuktaydım, bir süredir uyuyor olmalıydım. Yanımda bir doktor duruyordu. ‘İyi misiniz?’ diye sordu.
            Kendime gelmeye çalışarak, ‘İyiyim,’ dedim ve etrafı net olarak göremediğim için ‘Neredeyim?’ diye sordum.
            Güven dolu bir ses, ‘İyi Hissettirme Şirketi’ndesiniz…’ diye yanıtladı beni.
            Koltuktan doğrulurken, ‘Ah, evet, hatırladım…’ diye mırıldandım.
            Doktor, ‘Tedaviniz başarıyla gerçekleşti.’ dedi ve gülümseyerek, ‘Bizi seçmiş olduğunuz için teşekkür ederiz.’ diye ekleyip sordu, ‘Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?’
            Görüşüm eski haline gelmişti, derin bir nefes aldıktan sonra hiç düşünmeden ‘Harikayım,’ dedim ve doktorla birlikte merdivenlerden tedavi odasının diğer tarafındaki çıkış kapısına doğru inmeye başladık. ‘Bana tam olarak ne yaptığınızı bilmiyorum ama uyanmadan önce çocukluğumdaki deniz kabuklarını hatırladım…’
            ‘…ve tabii güneş ışıkları…’ dedi kapının önüne varmış olan doktor.
            Şaşkınlıkla ona baktım, oldukça yorulmuş görülüyordu ‘Evet,’ dedim, ‘Fakat bunu nereden bildiniz?’
            Kapıyı açan lazer anahtara elini okuturken, ‘Üç numaralı tedavi paketi…’ diye mırıldandı kendi kendine, ‘Mutluluk ve Enerji…’
            Kapı açıldı, birlikte tedavi odasından çıktık. Kapıdaki görevlilerin yanından geçerken, ‘Bunu nasıl yaptığınızı anlayamadım…’ dedim doktora.
            Arkasını dönüp bana baktı ve gözlüklerinin üzerinden, ‘Neyi?’ diye sordu.
            ‘Tedaviyi.’ dedim, ‘Yani bana tam olarak ne yaptınız? Kendimi çok iyi hissediyorum fakat hiçbir şey hatırlamıyorum.’
            ‘Bakın,’ dedi ‘İyi Hissettirme Şirketi belleğinize mutlu bir geçmiş ve tabi bu geçmişle ilgili mutluluk verici yüzlerce yapay anı ekledi. Ayrıca beyniniz sürekli ve düzeyli bir şekilde endorfin sağlayacak hale getirildi, bilirsiniz, endorfin hormonu mutluluk verir. Bunlara ek olarak beyninizde pozitif düşünceler üretecek küçük değişiklikler yaptık ya da diğer bir deyişle düşünce kanallarınızı negatif frekansa kapadık.’
            ‘Anladım,’ dedim. ‘Şu anda kendimi gerçekten iyi hissediyorum. Böylesine berbat bir dünyada yaşayan insanların hayatlarını sürdürebilmeleri için onlara en fazla ihtiyaçları oldukları şeyi satıyorsunuz doğrusu.’ Muzipçe gülümsedim.
Doktor gülümsememe karşılık verdi, ‘Evet, böyle de diyebiliriz.’ dedi ve tokalaşmak için elini uzattı, elimi sıkarken ‘Geçmiş olsun.’ dedi ve sonra arkasını dönerek uzaklaştı. Gülümseyerek çıkış kapısına doğru yürüdüm, buraya geldiğime kesinlikle pişman değildim.  Belleğime taptaze anılarla dolu ferah bir geçmiş ekleterek sadece olumlu düşünmeye programlanmış bir şekilde o eski binadan kalabalık sokağa çıkıp metro istasyonuna doğru yürürken bir yandan deniz kabuklarının kokusunu duyumsuyor diğer yandan bu muhteşem hisleri bir an önce yaşaması için en kısa zamanda buraya getireceğim karımın tedavisi için gerekli parayı nereden bulacağımı düşünüyordum.


Finitto

.Aralık/09

28 Eylül 2011

.k.p/b- from 'b.5

...Şehrin sahillerindeki bütün balon, kapak, teneke, şişe ve hedef tahtası vuran havalı tabanca, tüfek ve ok kiralayıcılarının senin düşmanın oldukları kanlı bir çatışmanın hayalini kur. Sahildeki hangi kayanın daha keskin, hangilerinin üzerlerinde sekerek rahat yürünebilir, hangisinin üzerinde denizi seyredilerek içilir ya da hangisinin kuytusunda rahatça sevişilebilir olduğunu en az herhangi bir cinayet aleti tutmaya zorlanmış avuçlarının içleri gibi ezbere bilsen de silah, mermi, nişancılık, dikkat, ustalık, tecrübe ve balistik avantajları bariz şekilde rakiplerinin elinde. İçindeki hayatta kalma güdüsü kullanabileceğin en kuvvetli silahın; karşına çıkan her problem de çözümlemen gereken basit bir bulmaca, ne kadar büyük, zor ve karmaşık ise o kadar keyifli, eğlendirici ve zeka geliştirici. Beynimin derinliklerinde bana hayatta kalmamı salık veren sinyaller gönderen et ve kandan bir radar var, bu sinyaller vücudumun kalbimden gelen mesajlara göre davranmasına engel oluyor. İyiyle kötünün dengesi olayında çelişip duruyorum. Terli avuçlarımın tuttuğu direksiyondan kaldırdığım gözlerim arabanın dikiz aynasından kucağındaki kanlı itle birlikte arka koltukta oturan kan ve kusmuk suratlı kıza ve onun ardındaki içinde ölmek üzere olan bir polisin yattığı kapalı bagaj kapağına, arada da farların aydınlattığı karanlık yola bakıyor. Hislerimi ve vermem gereken kararları birbirine karıştırmamaya çalışıyorum, bunu denedikçe de her şey daha fazla karışıp belirsizleşiyor. Bulmaca içinden çıkılamaz bir hal aldığında umutsuzluğu geri plana iterek derin bir nefes alıp onu içimde tutuyorum. Pollyanna yanımda infaz sırası gelmiş bir mahkum kadar mutlu ve huzurlu kalır. Nefesimi yavaşça bırakıp yeni bir nefes alıyorum, bunu birkaç kez tekrarlıyorum. Kırmızı ışıkları yanıp sönen bir yaya geçidinde karşıdan karşıya geçen el ele tutuşmuş bir çifte yol vermek için yavaşlarken, zihnimde açtığım çözüm yolu kapılarından en makul olana odaklanarak doğru stratejiyi göndermesi için evrene pozitif bir sinyal gönderiyorum. Kendimi ne istersen o gerçekleşir, neyi düşünürsen onu görürsün tarzından düşüncelerin hepsine gözü kapalı halde inandırıyorum. Kişisel gelişim kitaplarının hepsi, çok azını okumuş olsam da özellikle evrenin çekim yasasıyla ilgili olanlar benim her kelimesine inandığım kutsal kitaplarım şimdi.  Hayatın akışı bulmacanın kolaylıkla keyif alarak üstesinden gelebilmem için yapmam gereken en akıllıca hamlenin ne olduğunu kısa süre içinde gönderecek. Enerjim ve evrenin işleyişi kusursuz bir uyum içinde çalışıyor. Her şey yolunda, hiçbir sıkıntı yok. Arka koltukta kanun kaçağı bir kız yok. O kızın kucağında silahımdan çıkan bir kurşunla yaralanmış bir köpek de yok. Bagajda vurup tekmeledikten sonra yarasına iki gram eroin bastığımız bir polis de yok. Bir tek ben ve yan koltuktaki kadim dostum, sadece ikimiz varız. İstanbul yok, Türkiye Avrupa Asya, diğer kıtalar ve denizler de yok. Dünya ve diğer gezegenler, uzay galaksi ve evren de yok. Yer çekimi ve hava da yok. Belki de hepsi öldüresiye şekilde bariz, hayatta kalmaya zorlayacak, hatta bunu yaparken de bundan tat almayı öğretecek kadar net bir şekilde var, bu kez de ben yokum, kadim dostum da yok. Bir süre sonra sona varacak bu durum şu an için bombok. Düşünmekten vazgeçmeyi düşünürken üzerinden geçtiğimiz çift yönlü caddenin çoğunun kepenkleri kapalı mağazaların önündeki kaldırımlarda gecenin karanlığında kimlikleri belirsiz birer siluet gibi belirip kaybolan tek tük insanlar; seyyar satıcılar, taksiciler, evsizler, alkolikler, akşamdan kalmalar, sokak çocukları, orospular, pezevenkler, polisler, sivil polisler, çöpçüler ve bütün gece yaşayıp gündüz uyuyanlar ön camın ardındaki kaldırımlardan tıpkı bir sinema filmi gibi belirip kayboluyorlar. Problemimi hemen çözmeye çalışmıyorum, zor ve eğlenceli olduğu için varabildiğim kadar tadını çıkarıyorum; mantıklı kararlar verip parçaları doğru yerlere oturtarak boşlukları dolduracağım, bulmacayı hazırlayan tanrı çözüm yollarını da gözlerimin önüne getirecek, görebilmek için hayatta kalma güdümü kullanacağım ve bütün parçalar yerli yerine oturduğunda da çözüme ulaşmanın tadını yaşayacağım. Hepsinin ardından da gönül rahatlığıyla,  ‘Sırada ne var?’ diye sorabilirim...



21 Ocak 2011

.dokuzCanlı

dört tarafı
telle çevrili
çöplüğünde
hayatta kalmayı
tecrübeleyen
şartlarla uzlaştığında
bunu beceren
bir sokak köpeğinin
tehlikeli bölgesine
merakından
yalnızlığından
korkaklığından
ve kancıklığından
dolayı usulca sızan,
başka bir sokak köpeği-
kuyruğunu havaya dikip
kokusunu belli ederek
diğer itin bölgesine
girdiğinde ve
işaretini bırakmak için
tel örgülerin diplerine
sıçıp işediğinde,
artık bu pis yerde
var olduğunu kendisinin de
kasıtlı ilan edince;
bir gece vaktinde
ya da bir gündüz düşünde
tasmasız iki özgür köpek
tüm hayvanların yaptığı gibi
birbirlerinin götünü kollamak için
birbirlerinin götünü koklayarak
sözleştiler aralarında karşılıklı
birkaç kez havlayarak.



yattılar kalktılar
uyuyup uyandılar
yediler içtiler
işediler sıçtılar,
kovalayıp kaçtılar
saldırdılar açtılar
birlikte bitlendiler
karanlık köşelerde
birlikte kapıştılar
tasmalı köpeklerle
çöplükteki kedileri
birlikte korkuttular
geçip giden arabaları
birlikte kovaladılar,
yıldızlı göğün altında
yan yana oturdular,
iki kuduz köpek
farkına bile varmadan
tenha bir çöplükte
aşkı buldular.



zaman akıp gitti
günler günleri devirdi
çöplükten ayak kesmeye başladı
dişi olan sokak iti,
onu beklerken sokak köpeği
kalın postunun altındaki
büyüyen yaralarını fark etti
yaladı yaralarını
düşünmeden acısını
kuru kan pıhtılarını
tükürüyle sıvılaştırdı
kanını akıtarak
etini kurcaladı
söktü derisinin
bütün kabuklarını
ve devrildiğinde yere
kan ve ahmaklık içinde
orada uzanıp
hareketsiz durdu
belki bir süre uyudu
belki bir süre başka bir evrene uçtu,
diğer köpek
neden zaman sonra
çöplüğün bir sotasında
onu bulduğunda
usta burnuyla
biraz kokladığında
kaçınılmaz bir intiharın
kokusunu alınca
birkaç adım uzaklaşıp
götünün üzerine oturdu,
o gece gökte dolunay vardı
çöplük her zamanki gibi
tekinsiz ve karanlıktı
dişi köpek
birkaç kez inler gibi
karanlığa doğru havladı
ve eğip boynunu
bacaklarının arasına
aldı kuyruğunu
bir zamanlar
geldiği kadar
temkinli adımlarla
ne o çöplüğe
ne diğer köpeğe
ne de o birlikteliğe
bir daha asla
geri dönmemek üzere
arazi olup
kendi kaderine doğru
usulca uzadı.


ertesi gün
terk edilerek
unutulan
yaralı köpek
en kısa sürede
ölmek istedi,
sonraki gün
çürümeye bırakılan
değersiz bir eşya misali
elden çıkarılan
yaralı köpek
yok olmayı diledi,
bir sonraki gün
öldü sanılan
bozuk bir para gibi
düşüncesizce harcanan
it oğlu it köpek
ölmeyi denedi ama
bunu bile beceremedi
günler kendini haftalara
haftalar aylara çevirdi
oyun devam etti
sadece karakterler değişti
ve bir gün parladı
gökte güneşin ışıkları,
köpek en asil tavrını takındı
dimdik ayağa kalkıp
güneşi selamladı
silkinerek attı
postundaki kanları
ve yeniden havlayıp
güneşe doğru
koşarak uzaklaştı…
artık bi köpek besliyorum
içimde,
tam şuramda,
heyecanlı;
tasmasız bi it büyütüyorum
üstelik dokuz canlı.



artık kan ter içinde uyandığında
herhangi bir gecenin ortasında
kalkıp kendi suyunu bardağa
kendin dolduracaksın,
konuşmak için ağzını açtığında
ölen bir karakterin son tiradı gibi
çıkardığın bütün fısıltıları
sadece sen duyacaksın,
şehrin çürüten kalabalığında
gözlerin adamını arandığında
sürekli yanılıp duracaksın;
rezalet herifler ile avunacaksın,
ve etrafını saran maskeli suratlara
kendine dair bir şeyler anlattığında
dışarıdan gelen ses seni bastırınca
volümsüz içine kapanacaksın.
sonra beni anımsadığında
her hangi bir hatıralara dalış zamanında
boğazında kalmışım gibi yutkunacaksın,
beni düşünmelerinden yarattığın enerji ile
sağ kulağımı çınlatacaksın,
son şekerini kaptırmış bir çocuk gibi
enayiliğine doymayacaksın.
artık cesaretin kaybolduğunda
bir umutsuzluk anında
senin gibi bir boka bulaşarak
senin gibi bir suça ortak olacak
senin gibi biri için engelleri aşarak
senin gibi birini yaşatmayı başaracak
birini bekleyerek
içecek
sıçacak
üzülecek
ağlayacak
zırlayacak
dibe vuracak
mutluluğa kart açacak
ama mutsuz olacaksın;
yaşlanıp buruşacak
çirkinleşip kilo alacak
daha fazla makyaj yapacak
tüm keyiflerinden bıkacaksın,
ve sevgisiz
kimsesiz
efendisiz
sahipsiz
ölmektense,
kendi
kafana
kendin
sıkacaksın.



çünkü öylece bitti her şey,
hiç yaşanmamış gibi bitti
uyuyormuş gibi
yorgunluktan ölmüş gibi
ilk gördüğü kuytuda bitti.
yavaşça,
süzülerek,
tüy gibi
ya da sert bir tokat gibi
beton gibi
kafaya bi tane sıkmak gibi
bitti.
arası yok evet arası yok,
orası da yok artık sana,
burası da yok.



.bitti




22.01.11-.kadıköy

24 Aralık 2010

.bana uçurumlardan bahsetme

.bir


sis nedeniyle
seferi iptal edilen
bir vapuru
kapalı iskelede
beklemek yerine
geçmek için
Marmara denizini
başka yollar aranırken
her seferinde
ayakkabılarımızın
altına serili
sokakları
ve caddeleriyle
şehir
çektiği emanetini
gırtlağımıza
yaslamasın diye
herkes gibi
hızlı hareket ediyoruz,
doğup
büyüdüğümüz
bu yerin
iki kıyısının
arasındaki denizin
üzerine serili
beyaz sisin ardındaki
düz çatılar
kiremitler
camiler
kiliseler
mahalleler
ve gökdelenlerle bezeli,
pusulanın tüm yönlerine
insan
eşya
silah
uyuşturucu
ya da
para edecek
herhangi bir objenin
ticaret yolu olan
on binler yaşındaki
bol limanlı
gri denizi
kıtalarının arasındaki
akıntılı sularında
köpüren dalgalarını
ayaklarımızın dibine
savurup
minarelerden ezan sesleri
okunmaya başladığında
sanki
bu iki yakalı
sonsuz
bucaksız
devasa şehir
oyun alanımızda takınmamız gereken ciddiyetle ilgili
bizi uyarıp
uyandırıyor
soğuk bir günde
kendimize getiriyor
baktığımızda
takvimlere
seni
bizi
ikimizi
hepimizi
bir şehir ki
kalabalık ve eski
bir şehir ki
planları harekete geçirecek kadar
etkili
canlı bi bomba kadar
parça tesirli.






.iki


‘yaptığın şey
bir uçurumdu’ dedin
bana uçurumlardan bahsetme.
uçurum derin
fırtına da gerçekti.
‘Allah kimseyi düşürmesin’
diye anılan
beton bloklardan
hastane binalarına
düşmüş
düşürülmüş
ölüler
yaralılar
hastalar
organlar
ilaç kutuları
hasta bakıcılar
ziyaret kartları
ambulans şoförleri
doktorlarla siren sesleri
kadar gerçekti,
ülke üzerindeki
kodeslerde yatarken
özgürlük düşleri kuran
tutuklularla
onların dışarıdaki ailelerine
bakmakla yükümlü olan
beyaz bi arabanın
torpidosuna zulalı
yeşil bi paketin
tek gecede dibine vurmak
boş alkol şişelerini
kaldırımlarda kırmak
yapıştırıcı solumak
kadar gerçekti,
öz torununu
taciz edip
70’lik aletini
gizli gizli
kaldırmaya uğraşan
ak sakallı bir dedenin
varlığından
haberdar olmak
ve sokakta yaşayan
vücudu façayla kaplı
13’lük bir velete
banyo yapması için
havlu uzatmak ve
bitik barların
tahta taburelerinde
vişneli votka içerek
sanattan dem vuran
şöhreti hayal ederek
kafasını bulan
biri yüzünden
bilek doğramak
kadar gerçekti,
sprey boyalar
duvar yazıları
ayrılık şarkıları
inşaatlar
otobanlar
istasyonlar
çakıl taşları
kesişmeler
çarpışmalar
sürtüşmeler
ruh arızaları
trafik kazaları
şehir ışıkları
metro hatları
metrobüs duraklarındaki
elektronik bilet yığınları
kelebek, sustalı
ve Bursa çeliği
mevzu bıçakları
yollar
duvarlar
yolculuklar
toplanmış çantalar
küfürlü tezahuratlar
küllükte
gebertilen
sigaralar
haberler
eylemler
mitingler
panzerler
molotoflar,
kör karanlıkta
atan şafaklar
kadar
gerçekti.

6 Eylül 2010

.beyaz yüzlü zenci çüklü

.1




Köpeğim Butch ile birlikte verandada oturmuş biramı yudumlayarak üzerine akşamın çöktüğü ormanı izleyip ağaçların arasından gelen rüzgarın ve yaprakların sesini dinliyordum. İstediğim hayata kavuşmuştum, kırın ortasında iki katlı ahşap bir ev, evin verandasında duran sallanan sandalye, kasabaya ve tepenin ardındaki göle gitmeme yarayan eski bir kamyonet, akıllı olduğu kadar da güçlü bir köpek olan Butch ve ara sıra sevişmek ve evin temizlik gibi bazı işlerini halletmek için uğrayan Aylin. Uzun süredir böyle bir hayatın hayalini kurmuş, şehirde dişimi sıkıp iki sene boyunca çalıştığım o boktan işten biraz para yaptıktan sonra internetteki bir ilandan bu evi bulmuş, ilk otobüsle bu ücra kasabaya gelip evini satma kararı veren yaşlı köylüyle sıkı bir pazarlık yaptıktan sonra evi ucuz fiyata kapatıp küçük bir tadilat yaparak içinde yaşanabilecek hale getirmiştim. Sonra şehre dönüp bütün eşyalarımı topladım, çalıştığım şirkete ve bankalara takabildiğim kadar para taktım, kredi kartlarımı kırıp kimliğimi yaktım, sevgilimi aradım ve cehenneme gitmesini söyledim sonra kendim de dahil geçmişe dair herkesi ve her şeyi ardımda bırakıp yeni hayatıma merhaba diyerek buraya yerleştim. Ne olursa olsun bir daha o mikrop yuvası şehre geri dönmeyecek, hayatımın geri kalan yıllarını sakin ve huzurlu bir şekilde geçirip yüzümde ince bir tebessümle ölecektim.

Kasaba merkezinden otuz kilometre kadar uzakta kalan bu kır evine taşındıktan iki-üç ay sonra bir gün bereketsiz bir avdan dönerken yol kenarında henüz iki aylık bir yavru olan Butch’a rastlamış, onu aldıktan birkaç hafta sonra da kasabadaki üçüncü sınıf meyhanede en çok ojeli tırnaklarından hoşlandığım Aylin ile tanışmıştım. Haftanın üç günü Butch ile kamyonete atlayıp tepelerde vurulabilir ne varsa avlıyor, Cuma günü de kasabada kurulan büyük pazarda tezgahımızı açıp köylülere ve civarlardan gelenlere avladıklarımızı satıyorduk. Bu avcılık işi belki fazla para getirmiyordu ama elimize geçen miktar dünyadan uzak yaşayan bir adam ve köpeğinin karınlarını doyurup ufak tefek ihtiyaçlarının giderilmesine yetiyordu. İnsanlardan olabildiğince uzak ve toprağa olabildiğince yakın olmak dışında bir beklentim yoktu. Gün bittikten sonra biramı açıp verandadaki sallanan sandalyeye otururdum, Butch kuyruğunu sallayarak yanıma gelip uzanırdı ve birlikte çöken akşamın sesini dinleyerek demlenirdik. Gece boyunca ben içerdim, Butch da yanı başımda takılırdı, birbirimizden başka kimsemiz de, birbirimizden başka kimseye ihtiyacımız da yoktu.

Mevsim bahardan yaza dönüyordu, doğa canlanmaya başlamış hayvanlar saklandıkları deliklerden çıkarak etrafta gezinir olmuştu. Bu yüzden genellikle ava çıktığımız zamanlarda şansımız yaver gidiyordu, Butch en kaliteli mama ile besleniyor ben de en pahalı birayı içiyordum, keyfimiz tıkırındaydı. Son zamanların en bereketli avlarından birini yaptıktan sonra eve dönmüştük. Etrafı üç büyük tepe ile çevrili ormanlık bir arazinin ortasında olan eve ulaşmak için kuzeydeki tepenin ardındaki anayoldan ayrılarak güneydeki tepenin ardındaki küçük köye kadar uzanan toprak yola sapmak gerekiyordu. Bu engebeli yoldan arabayla on dakika ilerledikten sonra tepenin bittiği yerde dikilen koyu ahşaptan yapılma bakımsız, iki katlı küçük verandalı ev görünüyordu. Taşındıktan sonra evin etrafındaki araziye çit çekmiş ve kapıya ÖZEL MÜLK- İZİNSİZ GİRMEK YASAKTIR tabelası koyduktan sonra bahçeyi de düzenlemiştim. Gündüzleri kuş sesleriyle dolan orman geceleri böceklerin bağırışları ve yaprakların hışırtıları dışında sessiz ve tekinsiz bir hal alırdı ama ben de Butch da bu ıssızlığı sevdiğimiz için havaların iyi olduğu her gece bir rituel gibi verandada takılıp ormanın karanlığını izleyerek düşüncelere dalardık.



İşte böyle bir şarj etme vaktinde verandadaki sandalyeme oturmuş karanlıkta oynaşan ağaçların dallarını izleyerek biramdan keyifli bir yudum daha alırken kuzeydeki tepenin eteklerinden bütün bu sükuneti bozan bir motor gürültüsü duyulmaya başladı. Butch kulaklarını havaya kaldırıp olduğu yerde dikilerek pür dikkat yaklaşan sesi dinlerken elimle giriş kapısının ardındaki pompalı tüfeğimi yokladım. Buralardan çok sık araba geçmezdi, yerliler genelde ulaşımı eşek ya da at kullanarak yapardı. Yolun ucundan önce far ışıkları göründü sonra da eski model bir araba yalpalayarak yola girdi. Butch saldırmaya hazır halde arabaya bakıyordu, arabadakiler de bizi görmüş olmalıydılar ki hızları biraz yavaşladı. Evin önünden geçip gitmesini beklerken eski araba bahçemin girişinde durdu ve sürücü motoru stop etti. Butch uyarmak için birkaç kez arabaya doğru havladı, gözlerimi arabadan ayırmadan “Sakin ol, oğlum.” diye mırıldanıp onu yatıştırdım ama çocukluğumun gettolarda geçmiş olması yüzünden elimin tüfeğe doğru uzanmasına engel olamadım.

Dikenli tellerin arkasında duran mavi arabanın ön yolcu kapısı açıldı ve içeriden bir çift iri meme indi. Memelerin büyüklüğünü gördüğüm zaman bunun Aylin olduğunu anladım ve tüfeğimi bıraktım. Aylin arabanın kapısını kapadıktan sonra omuzlarını ve kollarını açık bırakan kahverengi atleti ve koca götünün içine zor sığdığı kot pantolonuyla bana el salladı ve “Biz geldik!” diye bağırdı sanki onları bekliyormuşum gibi. Bu sırada Butch ne yapması gerektiğini sorarmış gibi gözlerime baktı, “Sakin ol Butch.” diye mırıldandım sandalyemden kalkarken. Verandadan inip bahçenin kapısına doğru yürümeye başladığımda şoför mahallinin kapısı açıldı ve arabayı süren oğlan da indi. Onu daha önce hiç görmemiştim ve gayet tekinsiz bir tipe benziyordu. Üzerinde ejderha desenli ucuz bir konfeksiyon gömleği altında bej rengi bir pantolon ayağında ince burunlu davulcu ayakkabıları vardı. Siyah saçlarını bol jöle ile kafasına yapıştırmış, hava karanlık olmasına rağmen güneş gözlüklerini her an hazırda bekletirmiş gibi alnına kaldırmıştı. Gömleğinin açık yakasından boynundaki sarı kolye ve göğsündeki seyrek kıl kümesi görünüyordu.

Bahçe kapısını açarken, “Neden geldiniz?” diye sordum Aylin’e “Acil bir şey mi oldu?” Sonra hala arabanın yanında dikilen elemanı göstererek, “Bu kim?” dedim.

“Yoo…” dedi Aylin aralık tuttuğum bahçe kapısını itip içeri girerken, “Bu Nejat, arkadaşım…” dedi sonra elemanı göstererek. Nejat bize doğru yaklaşırken, “Kasabadan,” dedi ve “Kendimi bildim bileli tanırım onu.” diye ekledi Aylin. “Merak etme, iyi çocuktur.”

Bu sırada yanımıza gelen Nejat tokalaşmak için elini uzattı ve kaba bir ses tonu ile “Selamınaleyküm, birader.” dedi. Bu sırada sandalyenin dibinden fırlayarak yanıma gelen Butch bahçe kapısının ardındaki Nejat’a tehditkarca hırladı. Karşısındaki kırk7 kiloluk alman kurdunu gören Nejat korkuyla bir iki adım geriye sendeledi.

Bu sırada Aylin, “Ne haber Butch?” dedikten sonra Butch’un kafasını ellerinin arasına alıp hayvanı sevmeye başladı. Butch ile araları oldukça iyiydi, köpek onun ellerinin arasında oynaşırken ona, “Sana bir arkadaşımı getirdim.” dedi ve bahçe kapısının ardından Butch’u kesen Nejat’a “Korkma,” diye seslendi. “Butch çok akıllı bir köpektir.”

Butch’un kuyruk salladığını gören Nejat bir anda sakinleşip elindeki araba anahtarlarını çevirerek bahçe kapısından içeri girdi ve “Ya, ben zaten köpeklerden korkmam. Adana’da bunun iki-üç katı olan iki tane köpekle birlikte aynı odada kalıyordum.” dedi. Aylin başını köpekten kaldırıp Nejat’a baktı. “Vallahi ya,” diye devam etti Nejat. “Bizim arkadaşın köpekleriydi, iki ay bende kaldılar.” Sonra kızın arkasından eğilip bir iki kere Butch’un başını okşadı, bizim oğlan da Nejat’ın kokusunu aldı.

Bu tanışma ve kaynaşma faslı canımı sıktığı için “Neden geldiniz?” diyerek sorumu tekrarladım.

Aylin Butch’u bırakıp bana döndü ve saçını eliyle başının arkasına aldıktan sonra masum sürtüğü oynayarak, “Hiç,” dedi. “Buradan geçiyorduk, sana da uğrayalım dedim.”

Elimdeki bira kutusunu fark eden Nejat, “Birader, af edersin,” dedi bu sırada, “Başka bira var mı?”

“Var.” Aylin elini omzuma attı ve birlikte verandaya doğru yürümeye başladık. Ormandan gelen tüm o dinlendirici sesleri son kez dinlediğimden habersiz Aylin ile birlikte ilerleyip onun terlemiş koltuk altından burnuma çarpan ekşi kokusunu solurken kendi kendime bu insanların bu saatte bahçemde ne aradıklarını düşündüm.

Verandaya geçtiğimizde, “Siz oturun,” dedi Aylin. “Ben biraları getireyim.” Evin tahta kapısından içeri girmeden önce havayı derin derin içine çekti ve “Ne gece ama…” diye iç geçirdi. Bu sırada Nejat sallanan sandalyemin üzerine çöktü, ben de Butch ile birlikte basamaklara oturdum. Aylin eve girdikten sonra Butch’un kafasını okşayıp gözlerimi veranda lambasının ışığında uçuşan böceklere çevirdim.

Nejat bir susma payı bile bırakmadan, “Ee birader,” dedi kaba bir ağızla, “Nerelisin?” Ritüel piç olmuştu, gece piç olmuştu, huzur ve dinginlik de. Elimdeki bira kutusunun dibini kökledikten sonra bahçeye fırlattım. Butch bir ok gibi fırlayıp boş tenekeyi kaptı ve merdivenlerin köşesindeki çöp kutusuna attıktan sonra kuyruğunu sallayarak yanıma geldi.

“Vay anasını be!” diye şaşkınlığını belli etti Nejat. “Köpeği harbiden çok kral eğitmişsin vallaha.”

Yanıma gelen Butch’un başını okşarken, “Butch benim çocuğum gibidir.” dedim ve “Ama burada ne aradığınızı söylemezsen, onu üstüne salarım Nejat.” diye devam ettim sesimin sakin tonunu hiç bozmadan.

Nejat kısa bir süre afalladıktan sonra, “Nasıl yani?” diye sordu.

Oturduğum yerden ona doğru dönüp “Nasılı var mı oğlum?” diye sordum gözlerinin içine bakarak. “Gecenin bu saatinde bu karıyla burada ne işiniz var? Ne çeviriyorsunuz, hayırdır, anlat bakalım.”

“Bir şey çevirdiğimiz yok vallahi, abi.” dedi.

Yarım ağızla gülümseyerek, “Geç bu ayakları.” dedim.

Nejat cevap vermek için ağzını açmıştı ki elinde bira kutularıyla Aylin geldi. Kutuları dağıttıktan sonra yanıma oturdu ve birayı açıp büyük bir yudum aldı. Onu daha önce hiç böyle hızlı içerken görmemiştim, hatta alkol kafasını sevmezdi. Verandayı aydınlatan ışığın altında ona dikkatli baktığımda atletine ve kollarına bulaşmış kandamlaları ve boynundaki tırnak izleri dikkatimi çekti, ayrıca huzursuz bir şekilde etrafına bakınıyor, tek bacağı istem dışı titriyor, gergin olmasına rağmen zoraki bir şekilde gülümsüyor ve boş olan eliyle de merdivenlere vurarak ritim tutuyordu.

“Aylin,” dedim hiç uzatmadan. “Ne oldu?”

Başını çevirip gözlerime baktı, suratındaki ifadeyi gördüğüm zaman burnuma bok kokusu geldi. “Hiç bir şey,” dedi gülümsemeye devam ederek. “Ne olabilir ki?”

“Aylin, ne oldu dedim?” diye tekrarladım.

“Ben de hiç dedim.” tekrarladı.

“Kızım, attırma bak tepemi!” dedim. “Çocuk mu var karşında? Ne oldu ulan?”

Gözlerimin içine baktı, histerik bir şekilde usulca titriyor ve yüzündeki mimikleri kontrol edemiyordu. Elini kaldırıp işaret parmağını bahçemin kapısında duran mavi arabaya doğru çevirdi, sonra “Bagajda…” diye mırıldandı söylediğine kendisi bile inanamıyormuş gibi histerik bir sesle, “Bir ceset var…”





.2



Aylin lavuğa olup biten her şeyi anlattı. Lavuk hiç soru sormadan sonuna kadar sessizce dinledi ve herifin nasıl mortu çektiğini öğrendikten sonra, “Çok saçma.” dedi.

“Ama böyle şeyler oluyor işte!” dedi Aylin de.

“Ben de gördüğümde gözlerime inanamadım.” dedim. “Ama oluyor.”

“Her neyse,” dedi lavuk “Ben bu işe bulaşmak istemiyorum.”

Aylin onu ikna edebilmek için kırk beş dakika boyunca dil döktü. Ben bu kadar uzatmaz ve yardım etmeyi kabul eder diye düşünmüştüm ama dünyadaki herkes bizim gibi iyi niyetli değil, bilader. Herif düşündüğümden daha uyanık çıktı, ikna olana kadar tüm detayları yeniden ve yeniden sordu. Küçük kızı geride bırakmamızın hiç iyi olmadığını söyledi ve bu yüzden başımızın belaya girebileceğini savundu. Bulaşmak istemiyordu ama sonunda Aylin’in yılanı bile kovuğundan çıkaran tatlı diline yenilip ikna oldu. “Küçük kız konuşmayacak,” dedi Aylin, “Onun hiç kimseye bir şey anlatmayacağından eminim, merak etme. Bizi arka kapıdan da o çıkardı, herifi taşımamıza da yardım etti. Gitmeden önce teşekkür bile etti.”

“Doğru vallahi,” diyorum. “Böyle bir olayın olmasını hiç kimse istemez zaten, bilader. Her şey bir anda gerçekleşti, inan nasıl olduğunu bile anlamadık. Beş dakika kimse kendine gelemedi…” Burada yalan söylüyorum, herif öldükten sonra hiç vakit bırakmadan kasayı boşalttık aslında.

Aylin lavuğa biraz daha yalvarıyor ve dökülen bin bir dilin ardından lavuk bize yardım etmeyi kabul ediyor. Cesedi nasıl yok edeceğimize dair ayaküstü düşündükten sonra yaptıkları arasında kendisine en mantıklı gelen küçük planını bize anlatıyor ve hemen harekete geçmemiz gerektiğini söylüyor. Biralarımızı dipleyip arabalara hareketleniyoruz.

Onun bizimle birlikte olacağını bilmek içimi rahatlatıyor çünkü bu herif böyle boktan bir sorunun üstesinden gelebilecek kadar zeki bir tip. Şimdi sakin ol oğlum Nejat, arabaya bin ve motoru çalıştır, lavuğun kamyonetini takip et, birlikte söylediği o soteye gidin, şu ölüden bi kurtulun, sonra bakacaksın kendi dalgana. Sakin ol ama eğer ters bir şey yaparsan bir çuval inciri bok edersin. Sakın keyfini kaçırma bilader, her şey tıkırında gidiyor, bu puşt da sağlam adama benziyor her türlü bizim bu beladan kurtulmamıza yardım eder. Sakin ol şimdi, çalıştır arabayı.

Tam kontağı çevirirken “Kasabaya kadar önden gidin,” diyerek camın kenarına yaklaşıyor lavuk “Kasabayı geçtikten sonra beni takip edersiniz. Oraya kadar arkadan geleceğim. Gecenin bu saatinde kasabaya iki araba girmeyelim bütün köpekleri takarız peşimize, bir kişi de görürse bizi siki tuttuk demektir, benim kamyoneti orada tanımayan yok. Dikkatli olun, size yardım edeceğim ama başımıza bir iş gelirse eğer ikinizi de tanımam, haberiniz olsun.”

“Tamam,” diyor Aylin “Her şey için sana çok teşekkür ederim Can.”

“Oraya gittikten sonra da hiçbir şeye elimi sürmem,” diyor lavuk “Sadece size nasıl temizleyeceğinizi gösteririm, gerisine karışmam, şimdiden söyleyeyim.”

Aylin eğilerek yanımdaki pencerede dikilen Can’a minnettarlıkla bakıp, “Yanımda olman bile yeter.” diyor. “Çok teşekkür ederim.” Lavuk cevap vermeden köpeğiyle birlikte kamyonetine uzuyor, o öne biniyor köpek de arkadaki kasaya atlıyor sonra motoru çalıştırıyorlar. Ben de arabayı hareket ettirip yükleniyorum gaza. Sakin ol oğlum Nejat, derin bir nefes al, rahatla, her şey yoluna girecek. “Bi sigara versene.”

Aylin sigara paketini uzatıyor, bir tane çekip yakıyorum. Alnımdan süzülen ter damlalarını hissederken ilk nefeste çeyreğini bitiriyorum sigaranın. Eski evin önünden çıkıp kasabaya doğru ilerleyen toprak yola giriyoruz. Arkamızdan yola giren kamyonetin farları bizim arabanın içini aydınlatıyor, farların ışığında gölge gibi gözüken ağaçların arasındaki yolda gaza yükleniyorum. Sakin ol oğlum Neco, cool takıl, her şey yolunda.

“Nejat, sen iyi misin?”

“Ha, iyiyim, iyiyim… Dalmışım sadece.”

“Nasıl bir dalmak bu böyle? Terden sırılsıklam olmuşsun! Bak biliyorum, kötü durumdasın. Ben de aynı durumdayım hatta senden daha da kötüyüm. Tüm yaşadıklarımız yetmezmiş gibi bir de bizimle gelmesi için iki saat dil döktüm herife.”

“Bir şeyim yok benim ya, sakinim. Hava sıcak ondan terledim. Şu işten bir an önce kurtulalım başka bir şey istemiyorum.” Camı açıyorum yalanımın inandırıcı olması için.

“Eee, sanki ben başka şey mi istiyorum?”

Temiz hava iyi geliyor. “Yahu ne alakası var ben öyle bir şey mi dedim?”

“Hayır, yani Nejat senin sinirin bozuksa benim ki de bozuk.”

“İyi de ceylan gözlüm, neyi tartışıyoruz?”

“Hiçbir şeyi. Gerilme öyle sadece. Ben de gergin oluyorum.”

“Her gün adam öldürmüyorum ben Aylin, kusura bakma.” Küçük bir çukura giren araba hafifçe sallanıyor.

“Ben de!”

Vites değiştirirken mırıldanıyorum, “Gerçi soygunu yapmasaydık şimdi burada olmazdık…”

“Ne demek bu şimdi? Bunu orada söyleyebilirdin, değil mi? Hem artık çok geç ikimiz de boğazımıza kadar bulaştık işin içine.”

“E, tamam yahu ne dedik ki şimdi?”

“Ne polislere itiraf edermiş gibi konuşuyorsun öyle!”

“Yalan mı kızım, paraları almadan siktir olup gitseydik hiçbir sorun olmazdı! Yine de pişman değilim, ceylan gözlüm, polisi de kafana takma. Onlar bizi yakalamaz, yakalayamaz. Şu bagajı bi boşaltalım hele ondan sonra da ver elini Avrupa! Polisler kafalarına göre arasınlar dursunlar sonra, onlar ancak benim osuruğumun dumanını bulurlar!” Avrupa’yı düşünerek bir an gülümsüyorum.

Tam da bu anda söylediğine kendisi bile inanmazmış gibi, “Buldular bile…” diye mırıldanıyor Aylin. Koltuğunda büzülerek tedirgin bir şekilde yolun ilerisine bakıyor.

“Ne?...” Başımı çevirip yola dönüyorum. Yüz elli metre kadar ilerimizdeki kasabanın girişinde yolun kenarında sirenleri yanan bir polis arabası duruyor. Arabanın yanında da üzerinde sarı bir yağmurluk olan bir polis memuru dikiliyor. Bu manzara karşısında vücudumdaki bütün kan kafamda toplanıyor, ister istemez arabayı yavaşlatıyorum.

“Sıçtık…” diyor Aylin kendi kendine. “Kesin sıçtık!”

Yanıp sönen sirenlere bakarken kısık sesle derin bir “Hasiktir!...” çekiyorum.

“Yavaşlama Nejat!” diyor sonra Aylin heyecanla, “Sakın yavaşlama! Her şey yolunda gibi davranmamız gerek, soğukkanlı ol, sakin olalım, tamam mı? Sakin olmazsak sıçarız! Her şey yolunda, hiçbir sorun yok, tamam mı?” Bunları söylerken titriyor.

“Tamam,” diyorum derin bir nefes alarak ve ister istemez arabanın hızını düşürüyorum. Sakin ol oğlum Nejat, ters bir şey yapma, sakin ol, evritink gona bi orrayt. “Belki de sıradan bir kontrol yapıyorlardır, gecenin bu saatinde burada ne arayacaklar…”

“Kontroldür tabi.” diyor Aylin aramızda elli metre kalmış olan polis arabasından gözlerini almadan. “Baksana kasabanın girişinde duruyorlar zaten. Kesin bir olay olmuştur...”

Dikiz aynasından geriye bakıyorum. Kamyonet görünürlerde yok, lavuk kasabaya ayrı girmemizi söylediği için geride bir yerlerde kenara çekip biraz zaman geçmesini bekliyor olmalı. “Nerede bu pezevenk?” diye söylenirken yolun kenarındaki polis bize doğru döndükten sonra elini havaya kaldırarak sağa çekmemizi işaret ediyor. Sol elimle tuttuğum direksiyonu çevirip arabayı polis arabasının on metre kadar gerisine yaklaştırırken sağ elimle belimdeki silahı yokluyorum. “Birkaç dakikaya burada olur,” diyor Aylin bu sırada, gözlerini yaklaşan polisten almadan “Sakin ol tamam mı Nejat?” diye fısıldıyor sonra

Motoru durdurup yaklaşan polisi izlerken “Tamam,” diyorum. “Sen de.”

Polis memuru arabanın yanına vardıktan sonra parmağıyla üç kere cama tıklıyor, derin bir nefes aldıktan sonra camı açıyorum. Polis elindeki küçük feneri kaldırıp yüzlerimize doğru tuttuktan sonra, “İyi geceler, gençler.” diyor.

“İyi geceler, memur bey.” diye cevap veriyor Aylin.

Yağmurluğun kapüşonunun altındaki yüzü pek seçilmiyor polisin. “Hayırdır,” diyor. “Gecenin bu saatinde?”

“Ankara’dan geliyoruz.” diye aklıma gelen ilk yalanı atıyorum. “Oradaki akrabaları ziyaret etmiştik.”

“Evet,” diye sürdürüyor Aylin ve eliyle beni gösterip “Nejat’ın kuzeni evlendi, oradan dönüyoruz.” diyor. “Buralarda hiç polis olmazdı normalde, kötü bir şey mi oldu, hayırdır?”

“Vallahi hayır mı şer mi bilmiyorum,” diyor polis. “Kötü bir şey oldu ki, diktiler beni gecenin bu saatinde buraya… Alkol var mı?”

“Yok.”

“Ehliyet-ruhsat?”

“Var.” Torpidodan ruhsatı, cüzdanımdan da ehliyeti çıkarıp polise veriyorum. Cüzdanı arka cebime koyarken elim belimdeki tabancaya değiyor. Polis elindeki ehliyete fener yardımıyla bir göz attıktan sonra yüzü düşünceli bir hal alıyor ardından “Burada bekleyin.” deyip kendi arabasına doğru ilerlemeye başlıyor. Ekip arabasına doğru uzaklaşan herife bakarak, “Bu sefer kesin sıçtık…” diye mırıldanıyor Aylin.

Karar vermek için pek fazla düşünmüyorum ve tabancamı belimden çıkarıp arka koltuktaki montumu aldıktan sonra montu hızla silahı tutan elimin etrafına doluyorum. “Ne yapıyorsun?” diye soruyor Aylin.

“Bu adam telsize gidip adımı anons ederse, bizim bittiğimiz andır.” deyip arabanın kapısını açıp aşağı iniyorum. Tabancayı havaya kaldırdıktan sonra hızlı adımlarla sırtı dönük şekilde ekip arabasına doğru yürüyen polisin arkasına yaklaşıp kafasına doğru nişan alarak hiç düşünmeden tetiğe basıyorum. Elime sardığım ceket ağaçların arasında yankılanan silah sesini yarı yarıya azaltıyor, ben bunun işe yaradığını düşünürken kafatasının yarısını uçurduğum aynasız yüz üstü çamurun üzerine kapaklanıyor.

Aylin arabadan inip açık kapının ardından çamurun içinde yatan polise bakıyor. “Ne yaptın sen?” diye inliyor sonra. “Boku yedik, Nejat! Boku yedik! İkimizi de mezara gönderecekler!”

Ona cevap vermek için dönüp ağzımı açtığımda yolun gerisinden yaklaşan kamyonetin sesi duyuluyor. İkimiz de dönüp bakıyoruz sonra kırmızı araba bize yanaşıyor ve lavuk benim arabanın birkaç metre arkasına park ediyor. Motoru açık bırakarak kamyonetinden indikten sonra yanımıza doğru yürüyor, arkadan atlayan köpek de ardından onu takip ediyor. Benim arabamın yanına gelip yerdeki polisi gördüğünde elleri başına gidiyor ve şaşkın bir şekilde “Ne yaptınız siz?” diyor. “Bu iş beni aştı, ben artık yokum!”

“Can…” diye inliyor Aylin.

“Siktirme ulan Can’ını!” diye bağırıyor Can, “Amına koyduğumun manyakları! Seri katil gibi adam öldürüyorsunuz ulan psikopat mısınız siz! Beni de alet ettiniz! Gidiyorum ben! Sikerim sizi de ölülerinizi de! Başından beri size yardım etmem aptallıktı!” Sahibinin bağırdığını gören köpek öfkeyle havlamaya başlıyor. “Sakin ol Butch!” diye bağırıyor köpeğe Can, köpek mum gibi götünün üzerine dikiliyor. “Siz bu bagajdaki herifi de öldürdünüz kesin! Keriz gibi inandım ben de anlattığın masallara. Ben yokum, Aylin. Bakın kendi dalganıza!”

“Gidemezsin.” diyorum ona. “Bize yardım edeceksin.”

“Gidemezsin!” diyor Aylin yalvarırcasına, “Sen olmadan bu işin altından kalkamayız.”

“Yahu adamları öldürürken bana mı sordunuz?” diyor Can, “Hadi birinciyi siktir et, bir şekilde hallederdik ama…” eliyle çamurun içinde yatan herifi gösterip, “ama bu adam bir polis.” diyor. “Siz bu ülkede polis öldürmenin ne demek olduğunun farkında mısınız? Adamın götünden kan alırlar! Hiçbir yere kaçışınız da yok artık, her türlü, her türlü bulup takır takır sikecekler ikinizi de!”

Lavuk doğru söylüyor. Sıçtın oğlum Nejat, burnuna kadar boka battın şimdi. Polisler seni bulup içeri atacaklar. Sıçtın Nejat, sana işkence yapacaklar. Bayılana kadar dövecekler, ayılacaksın yine dövecekler, taşaklarına elektrik verecekler, falakaya çekecekler, askıya alacaklar, götüne şişe sokacaklar, dayak manyağı yapacaklar, anandan emdiğin sütü götünden getirecekler. Sıçtın oğlum Nejat, yarağı yedin, ölmekten beter edecekler seni. “Bizimle geleceksin!” diyorum lavuğa.

“İmkansız kardeşim,” diyor. “Kusura bakmayın ikiniz de. Bu iş beni aştı.”

“Bu iş hepimizi aştı.” diyor Aylin.

“Biz diye bir şey yok,” diyor lavuk “Kaderinizle baş başasınız.”

“Bize yardım edeceksin!” diyorum sert bir sesle.

Sesim biraz yüksek çıkmış olmalı ki Can şaşkın bir şekilde dönüp bana bakıyor. “Ne yani, beni de mi vuracaksın ulan?” diye soruyor sonra.

Silahı kaldırıp suratına doğrultuyorum. “Tereddüt edersem eğer orospu çocuğuyum!”





.3



O ayakkabıları istiyordum. Onları alabilecek kadar param yoktu ama mağazanın vitrininde ilk gördüğüm andan itibaren o ayakkabıların en kısa süre içinde benim olmaları gerektiğini anlamıştım. Nejat’a telefon edip ondan borç istemeye karar verdim, aradım, biraz lafladıktan sonra yakınlarda olup olmadığını sordum, arkadaşının arabasıyla etrafta tur atıyormuş istersem beni de alabilirmiş, hemen gaza basıp alışveriş merkezinin önüne gelmesini söyledim sonra da ayakkabı meselesinden bahsederek biraz borç istedim, ‘Geldiğimde hallederiz,’ deyince sevinçle telefonu kapadım. O gelinceye kadar belki alacak birkaç parça şey daha bulabilirim umuduyla vitrinlere bakındım ama yeni çıkan bluzlar bile aklımın o ayakkabılardan gitmesine engel olamadı.

Alışveriş merkezinden çıktığımda havanın kararmış olduğunu görünce şaşırdım, saatlerdir içeride olmalıydım. Eski model mavi bir arabanın yanında dikilen Nejat’ı gördükten sonra gülümseyerek yanına yürüdüm, ondan borç alacağım için normalden daha samimi bir şekilde sarılıp onu öptüm. Arabaya binmemi söyledi ama ona ayakkabı meselesinden bahsettim ve dudaklarımı bükerek o ayakkabıları hemen almak istediğimi söyledim. Keyfinin yerinde olduğu her halinden belli olan Nejat yanağımdan bir makas aldıktan sonra, “Ayakkabı senin köpeğin olsun, güzelim.” dedi, “Yürü, hadi gidip alalım prensesime ayakkabılarını…” Sevinçle ona sarıldım, yardımı için teşekkür ettim arabayı alışveriş merkezinin otoparkına çektikten sonra birlikte mağazalar cennetine geri döndük.

Dışarıya yeniden çıktığımızda içerideki mağazalar kapanmak üzereydi, kapanış saatine on beş dakika kalmıştı. Benim elimde iki torba Nejat’ın elinde de dört torba ve bir paket vardı. Ayakkabıları aldıktan sonra birkaç mağaza daha gezmiş, Nejat’ın kredi kartı sayesinde ayakkabıların yanında bir etek, iki bluz, bir badi, iki sutyen, iki çift küpe ve bir de kolye almıştık. İşyerinden paramı aldıktan sonra borcumu ona ödeyecektim. Bana yaptığı bütün bu kıyaklardan ve akşam boyunca takındığı sevimli tavırlarından dolayı onunla başka bir şekilde de ödeşebilirdik belki. Daha önce Nejat ile birlikte olmamıştık, onunla ilgili böyle şeyler de hiç düşünmemiştim ama bu akşam gözüme oldukça farklı görünüyordu ve onu istiyordum.

Otoparka gittiğimizde koca park yerinde bizimkinden başka sadece üç-beş araba kalmış olduğunu gördük. Birkaç dakika sonra alış veriş merkezi kapanacaktı, bu yüzden park yerindeki ışıkların yarısı söndürülmüştü. Burası kasaba merkezinin biraz dışında kaldığı için etrafa karanlık ve ıssızlık hakimdi, kasabaya giden yolun kenarındaki çalıların içinde bağrışan böceklerin seslerini ve arada sırada geçen arabaların vınlamalarını dinleyerek arabaya doğru yürüyorduk. “Çok takıldık içeride be ceylan gözlüm,” dedi Nejat. “Ne güzel gezdirecektim seni…”

“Olsun Nejat, bir şeyler aldık işte kötü mü ettik?”

“Öyle demedim,” dedi Nejat bagajın başına geldiğinde. Elini cebine attı ve “İyi yaptık aslında, şu torbaları bir yerleştirelim…” Elleriyle ceplerini yoklamaya başladı, “Anahtarları bulursam…” Torbaları arabanın üzerine koyduktan sonra bütün ceplerini yeniden arandı ve “Hasiktir ya!...” diye mırıldandı.

“Ne oldu, Nejat?”

“Anahtarlar, ceylan gözlüm…” dedi sıkıntıyla “Anahtarları içeride bir yerde unuttuk.”





.4



Nejat’ın şaka yapmadığını anlamıştım ama kendime esir muamelesi yaptıracak kadar akılsız olmadığım için ona sakin bir sesle silahı indirmesini ve onlara yardım edeceğimi söyledim. “Bulaştığım kadar battım zaten bu bokun içine bu saatten sonra çıkmam çok geç.” diye mırıldandım umutsuz bir şekilde. Nejat bir süre tereddüt ederek silahı üzerime doğru tutmayı sürdürdü fakat yüzündeki ifadeden yardımımı istediği belli oluyordu. “Haydi,” dedim girdiği katil psikozunu bozarak onu kendine getirmek için, “Şu polisi ve arabayı bir an önce ortadan kaldırmamız gerekiyor! Herkes işe koyulsun, eğer bir kişi bile bizi burada görürse işimiz bitik demektir!” Aylin yaslandığı arabanın kapısında dikilip ona emir vermemi beklermiş gibi dik bir pozisyon aldı Nejat ise kısa bir afallamanın ardından silahı indirip beline soktu sonra ellerini iki yana açıp bana doğru birkaç adım attı ve “Onu isteyerek öldürmedim.” dedi özür dilermiş gibi. “Kazayla oldu.”

“Bunu sonra konuşuruz,” dedim. “Şimdi sırası değil. Polisi polis arabasının bagajına koy, direksiyona geç. Aylin, sen de bu arabayı sür, ben de kamyonetle geleceğim. En önden ben gideceğim…” Nejat’ın hala salak salak bana baktığını fark edince elimle yerdeki polisi işaret edip, “Kaldırsana şunu buradan!” diye fırçaladım, “Neyi bekliyorsun?” Nejat itaatkar bir köpek gibi harekete geçip yerdeki polisin koltukaltlarından tutarak onu kaldırdıktan sonra tepesindeki sireni hala yanıp sönen polis arabasına doğru sürüklemeye başladı. “Ayrı ayrı gideceğiz!” diye devam ettim. “Birbirimizden beş dakika arayla hareket edeceğiz. Kasabadan çıktıktan iki kilometre sonra sağ tarafta toprak bir patika var, oradan girdikten sonra bir tepeye tırmanmaya başlayacaksınız, yol bir buçuk kilometre sonra sizi bir uçuruma çıkaracak, sizi orada bekleyeceğim.”

Bir yandan beni dinleyip diğer yandan polisi arabaya sürükleyen Nejat bagajın yanına vardıktan sonra ölüyü yere bırakıp bagaj kapağını açtı ve yerdeki cesedi yüklenip kaldırdıktan sonra bagajın içine attı. Polisin dışarıda kalan bacağı yüzünden ilk denemesinde kapağı kapatamadı, ikinci denemesinde sinirle bacağı içeri sokup bagajı kapattı ve rahatlamış bir yüz ifadesiyle bana döndü. Kısa bir an aklına bir şey gelmiş gibi düşündükten sonra terden sırılsıklam olmuş saçlarının altındaki parlak gözlerini üzerime dikip. “Bak, yanlış anlama ama bizi satmayacağına nereden emin olalım?” diye sordu.

“Bunun garantisini veremem,” dedim. “Ben zenci çüklü bir adamım. Bu herifleri öldürürken de bana sormadınız fakat bana güvenmek zorundasınız. Bütün bunları ortadan kaldırabilmeniz için tek şansınızın benim.” Nejat teslim olmuştu, başka çaresi yoktu, bunu o da biliyordu. “Arabaya bin Nejat,” dedim. “Benim ardımdan sen, en son da Aylin sen geleceksiniz. Yolda ne olursa olsun durmayın… Ve yalvarırım size, başka birisini daha vurmayın!”





.5



Paketleri arabanın yanına bıraktıktan sonra Nejat’la birlikte koşar adım alışveriş merkezine geri dönüyoruz. Kapıdaki güvenlik görevlileri kapanış saatinin geldiğini söylüyorlar, Nejat aceleyle “Arabanın anahtarını unutmuşuz, kardeşim.” diyerek geçip gidiyor. Koca avlusunda parmakla sayılı birkaç kişinin olduğu alışveriş merkezinin ortasına geldikten sonra, “İkiye ayrılalım, sen bu taraftaki mağazalara bak, ben de bu taraftaki…” diyor bana. Anahtarı nerede düşürdüğümüzü bilmediğimiz için bu mantıklı bir karar olarak gözüküyor. Nejat’ı bırakıp koşar adımlarla benim tarafımda bulunan ayakkabıcı ve badileri aldığımız giyim mağazasının yolunu tutuyorum. Çoğu kapanmış olan mağazaların önünden geçerken gözüm ister istemez vitrinlere takılıyor hatta üzerinde dantelden bir iç çamaşırı takımı olan mankenin olduğu vitrinin önünde bir süre durup bu çamaşırların benim olması gerektiğini düşünüyorum.

Kapısı hala açık olan butik mağazasına girip çıkmak üzere son hazırlıklarını yapan kısa boylu tezgahtarın yanına gidip burada bir anahtar bulup bulmadıklarını soruyorum. Kız kasanın arkasına geçip, “Bilmiyorum,” diyor. “Ben bir anahtar bulmadım ama diğer arkadaşlardan biri bulmuşsa eğer buraya koymuş olması gerek.” Eliyle çekmecelerden birini açıp bir süre çekmeceyi karıştırıyor sonra başını kaldırıp “Maalesef.” diyor. Teşekkür edip çıktıktan sonra hızlı adımlarla ayakkabıcıya doğru ilerliyorum.

Ayakkabı mağazasının yarı aralık kepenkleri yüzünden kapanmak üzere olduğunu anlıyorum ve hızla kepenklerin altından eğilip mağazanın içine giriyorum. Birilerini aramak için başımı kaldırdığımda gördüğüm manzara karşısında dona kalıyorum. Ayakkabıcı 9-on yaşlarında bir kızı kasanın bulunduğu masanın üzerine yatırmış, kızın çırpınmalarına aldırmadan onun bacaklarının arasına girmeye çalışıyor. Kız direnirken kendinden geçmiş olan 50’li yaşlarındaki kel ve göbekli adam bir yandan direnen kızı etkisiz bir pozisyona getirmeye çalışırken diğer yandan da bu itişmenin ortasında mırıldanıyor. “Korkma, bebeğim. Korkma, hiçbir şey olmayacak. Fahrettin Amcan sana vermez değil mi?... Merak etme, hiç canını acıtmayacağım… Hem artık kocaman bir kız oldun, yaşaman gereken bazı şeyler var öyle değil mi?” Birbirleriyle uğraştıkları için benim orada olduğumu fark etmeden itişmeye devam ediyorlar.

Suratı korkudan buruşmuş olan kız üzerine çıkmaya çalışan adama karşı koyarak, “Hayır,” diye yalvarıyor, “Lütfen, Fahrettin Amca. Yalvarırım, lütfen… İstemiyorum…”

Kızın bacaklarının arasına girmeyi başaran Fahrettin elini fermuarına atıp buruşmuş sikini dışarı çıkarmaya çabalıyor ve kızın bacaklarını açık tutmaya çalışarak, “Korkma, kızım.” diyor. “Bu oyun senin de hoşuna gidecek…” Sikini kıza sokmaya çalışırken, “O kadar hoşuna gidecek ki,” diye homurdanıyor şehvetle, “Hayatın boyunca bu oyunu oynamak isteyeceksin!”

Masanın üzerindeki kız içine girmek üzere olan adamı geriye itmeye çalışarak “Hayır!” diye inliyor. Bu sırada gözleri bana takılıyor ve yattığı yerden şaşkın şaşkın suratıma bakakalıyor. Onun durduğunu fark eden ayakkabıcı da başını kaldırınca karşılarında dikilen beni görüyor ve bir eliyle hala sikini tutan yaşlı adamla göz göze geliyoruz. Tekrar kıza döndüğümde yattığı yerden bana, “Yardım edin,” diye fısıldıyor çaresizce. “Yalvarırım, yardım edin!”





.6



Kamyoneti tepenin kenarındaki uçuruma çektikten sonra bir sigara yaktım ve Butch ile birlikte aşağıda uzanan karanlık vadiyi izleyerek beklemeye başladık. Sigaram yarılanmadan yolun başında polis arabası belirdi. Direksiyondaki Nejat sirenleri kapalı devriye arabasını kamyonetimin yanına park ettikten sonra arabadan indi ve soran gözlerle bana baktı. “Yolda bir aksilik çıkmadı, değil mi?” diye sordum.

“Hayır,” dedi. “Şimdi ne yapacağız?”

“Cesetleri yakmamız gerekiyor,” dedim. “Etraftan çalı çırpı topla, iki kişiyi tanınmaz hale getirebilecek kadar büyük bir ateş yakacağız.” Nejat ‘tamam’ der gibi kafasını salladıktan sonra koşarak etrafta çalı toplamaya başladı. “Yardım et, Butch.” Butch Nejat’ın peşinden atıldıktan sonra ağzıyla tahta toplamaya başladı.

Uçurumun kenarına yaklaşıp aşağıya bakmamaya çalışarak ateşi yakacağımız yeri belirledim ve “Tahtaları buraya getirin!” dedikten sonra kamyonete dönüp kasadaki benzin bidonunu aldım. Tam geri dönecekken koltuğun üzerinde duran pompalı tüfeğime gözüm takıldı, onu da alıp omzuma astıktan sonra ateşi yakacağımız yere geri dönüp benzinle iki adamın sığacağı şekilde yeri işaretledim. Nejat ve Butch tahtaları getirip benzini döktüğüm yerin üzerine koymaya başladılar. Nejat odunları kucağında topladıktan sonra bir arada getirip döküyor Butch ise ağzıyla kaptığı parçaları teker teker bırakıyordu. Kamyonete geri dönerken tepenin başından far ışıkları belirdi, mavi araba yaklaşıp park etti ve Aylin içinden inip yanımıza geldikten sonra soran gözlerle bize baktı. “Odun toplamaya yardım et!” diye emir verdim ona da “Büyük bir ateş yakmamız gerek! Hızlı olun!” Aylin koşarak diğerlerine yardıma koyuldu, elimi bile sürmeyecek olmaya yemin etmiş olsam da daha hızlı bitirebilmek için ben de tahta toplamaya başladım.

İki adamın sığacağı kadar alana tahtaları yığdıktan sonra Nejat’a cesetleri getirmesini söyledim, Aylin de ona yardım etmeye gidince benzin bidonunu yeniden alıp tahtaların başına geri döndüm. Nejat’la Aylin kollarından ve omuzlarından tutarak önce polisi getirip tahtaların yanına bıraktılar, onlar diğer arabaya doğru uzaklaşırken polisin cüzdanını çıkarıp içindeki paraları aldıktan sonra boş cüzdanı tahtaların üzerine attım. Diğer ölü de geldikten sonra Nejat ve Aylin’e cesetlerin üzerindeki giysileri çıkarmalarını söyledim. Ölülerin giysilerini soyup çıplak bıraktıktan sonra onları tahtaların üzerine yerleştirdiler. Artan odunları onların üzerine dizdik ve tahtaların yeterli olmadığını görünce biraz daha odun toplamalarını söyledim.

“E, yetmez mi işte?” diye isyan etti Nejat. “Yakalım işte, daha ne uğraşıyoruz, canım çıktı vallahi ya!”

“İnsan vücudunun yüzde yetmişi sudur.” dedim bir profesör edasıyla. “Yani eğer vücudu çift taraflı har ateşte yakmazsan doğru dürüst yanmaz, piç olur ve muhtemelen polisler tarafından teşhis edilebilir.”

“Anladım,” diye başını salladıktan sonra hızla tahta toplamaya koyuldu. Yerde yatan cesetlerin üzerini görünmeyecekleri kadar odunla kapladıktan sonra benzin bidonunun kalanını bu küçük tepeciğin üzerine boşalttım ve bir sigara çıkarıp yaktıktan sonra çakmağı Aylin’e uzattım. “Hadi,” dedim. “Yak şu herifleri.”

Aylin çakmak yerine elimdeki sigarayı aldı ve derin bir nefes çektikten sonra pek düşünmeden izmariti tahtaların üzerine fırlattı. Bir anda alev alan tahtalar çatırdayarak yanmaya başlayınca ısı yüzünden geri çekildik ve kısa bir süre sonra yanan etin kokusu ciğerlerimize dolmaya başladı. “Şafak sökene kadar ateş yanmaya devam edecek.” dedim. “Sabah olduğunda geriye kalanları uçurumdan aşağıya postalarız.” Gidip kamyonete yaslandım ve ateşe havlayan Butch’u da yanıma çağırdıktan sonra yeni bir sigara yakıp alevlerin ardındaki karanlık vadiyi izlemeye koyuldum.





.7



Tokaları aldığımız mağazada arabanın anahtarları bulmuştum ama bu sefer de alışveriş merkezinin içinde Aylin’i kaybetmiştim. Hemen hepsi kapanmış olan mağazaların arasında koşar adım onu arayıp durdum, kadınlar tuvaletine bile baktım, etrafı temizleyen bir görevliye de sordum ama karı sanki kuş olup uçmuştu. Onun gittiği tarafta alışveriş yaptığımız mağazalara gittim, butikçi kapalıydı, ayakkabıcının da kepengi tamamen inmişti.

Ayakkabıcı dükkanının önünde derin bir ‘hasiktir’ çekip arabaya gitmeye karar verdiğimde kepenklerin ardından belli belirsiz gelen bir kadın çığlığı duydum. Sesin geldiğini doğrulamak için şaşkınlıkla arkamı döndüğümde kapalı dükkanın içinden yeni bir çığlık yükseldi ve ses net bir şekilde “İmdat!...” dedi birader.

Kepenklere eğilip kepengi altından tutarak kaldırdım. Altından sürünerek geçebileceğim kadar mesafe kazandıktan sonra yere yatıp kendimi kollarımın üzerinden çekip iki hamlede dükkanın içine girdim. Elleri arkadan bağlanmış yarı çıplak bir kız çocuğu yerde yatıyordu, ağzı bantlıydı ve ağlamıştı. Aylin masanın üzerindeydi, eteği sıyrılmış elbisesi yırtılmıştı, bacaklarının arasındaki yaşlı ayakkabıcı da ona tecavüz ediyordu. Aylin’le göz göze geldik, ağzı bantlı saçları dağınıktı, yüzünde tarifsiz bir ifade vardı ama karşısında beni gördüğünde sevinçten ağlayacak gibi oldu. İçeri girdiğimi fark eden ayakkabıcı ayaklarına kadar inik pantolonu ve kalkık sikiyle bir iki adım geri çekilip şaşkın ve korku dolu gözlerle bakakaldı.

Ayağa kalkıp onun üzerine doğru yürümeye başladım, eğer lavuğu yakalasaydım indirecektim birader ama tırsan ayakkabıcı geriye doğru bir iki adım daha attı, bacaklarını geniş açmış olmalı ki ayakları paçalarındaki pantolonuna takıldı ve geriye doğru sendeledikten sonra gürültüyle yere devrildi. Düşerken kafasını hızla arkasında duran ortası camdan tahta sehpanın köşesine çarptı. Kırılan camların şıngırtısının ardından masanın üzerinde yatan Aylin’in yanına koşup ağzındaki bandı sökerken yerdeki adamın cam parçalarının üzerine akan beyninin bir kısmını gördükten sonra tüm içtenliğimle, ‘Yarağı yedik…’ diye mırıldandım. “Pezevenk mortu çekti!”

Ağzındaki banttan kurtulan Aylin, “Gebersin orospu çocuğu!” diye tısladıktan sonra sanki kırk yıllık gangstermiş gibi, “Kasadaki bütün paraları al!” dedi.





.8



Gökyüzü pembe bir renge büründüğünde ateş sönmeye yüz tutmuştu ve iki ceset de teşhis edilemeyecek kadar yanmıştı. Yine de işi şansa bırakmamak için ateşi harda tutuyordum. Küllerin uçurumun dibini boyladıktan sonra bulunmaları neredeyse imkansız olacağından ortada bir tek polis arabasını yok etmek problemi kalıyordu, onu da bir şekilde halledecektik. Nejat ve Aylin uçurumun kenarındaki ateşin yanında oturmuş sessizce gündoğumunu izliyorlardı. Butch ile birlikte kamyonetin kenarında her şeyin yolunda olmasının rahatlığıyla bir sigara daha yakmak için elimi cebime attım ama paketim bitmişti. “Süper seri katiller?” diye seslendim uçurumun kenarındakilere, “Sigaranız var mı?”

Tünediği yerden ceplerini yoklayan Nejat arabasını işaret etti ve “Torpido gözünde olması lazım paketin.” dedi. Arabaya gidip ö koltuğa oturdum ve torpido gözündeki sigara paketini almak için elimi uzattım. Ellerim paketi kavradığında gözlerim arka koltuğun dibinde duran siyah torbaya takıldı. Elimi torbanın içine attığımda bir tomar para destesine rastladım, poşetin içi parayla doluydu, ne kadar olduğunu bilmiyordum ama oldukça yüklü bir miktar olduğu kesindi. Poşeti orada bırakıp sigara paketiyle arabadan çıktım ve bütün planımı değiştirdim. Artık bu işin bir şakası kalmamıştı ve bana anlatılan bütün o sapık ayakkabıcı palavrasının yalan olduğunu kesinleştirmiştim. Ateşteki herifi para için öldürmüşler ve bana da kendi masallarını düzmüşlerdi, bütün bu bit yeniğinin Nejat’ın başının altından çıktığına emindim.

Sigara paketinin içinden bir tane aldıktan sonra yaklaşarak paketi Nejat’a attım. Yanlarına kadar gelip sigaramı yaktıktan sonra manzaraya baktım. Uçurumun bir metre kadar yakınında oturan Nejat ağzına koyduğu sigarayı yakmak için eğildiği sırada omzumdaki pompalı tüfeği çekip kabzayı kafasına geçirdim. Nejat uçuruma doğru yan yattı, doğrulmasına fırsat bırakmadan onu elbisesinden tuttuğum gibi aşağıya ittim. Şaşkınlık dolu uzun bir çığlık atarak kayalıklardan aşağıya yuvarlanınca hızla yanı başımda oturan Aylin’e döndüm ve “Başından beri,” dedim. “Beni bu bokun içine bulaştırmayacaktın!”

Aylin korkudan ağzı açık bir halde oturduğu yerde gerileyerek ayağa kalktı ve arkasındaki ateşe doğru bir iki adım attı. Aramızda birkaç metre mesafe olduğundan dolayı parmağımı havaya kaldırıp Aylin’i işaret ettikten sonra “Saldır Butch! Saldır oğlum!” diyerek köpeğe komut verdim. Bir fişek gibi harekete geçen Butch ateşin önünde dikilen Aylin’in üzerine sıçrayarak göğüslerine çarptı, kız kesik bir çığlık attıktan sonra sendeleyerek ateşin içine düştü. Butch hırlayarak ateşin kenarından onun paçalarını çekiştirip bacaklarını ısırırken Aylin’in saçları pis bir koku ve duman bulutu çıkarak alev aldı, acısını dindirmek için pompalıyı kafasına doğrultup beynini çatırdayan odunların üstüne saçtım.



Polis arabasını ve mavi külüstürü Nejat’ın ardından uçuruma yuvarladıktan sonra öğlene kadar yanmaya devam eden ateşin başında bekledim ve üç cesedin de tamamen toz olduğundan emin olduktan sonra külleri tepeden aşağı süpürüp ateşin kalıntılarını yok ettim. Polisler uçurumun dibindeki arabaları ve Nejat’ın cesedini bulduktan sonra olayı çözdüklerini varsayacaklardı. Birkaç hafta arkadaşlarının cesetlerini arayacak ama sonunda bir sonuç alamayacak ve olayın suçunu Nejat’a yükleyeceklerdi.

Siyah torbanın içindeki parayı saydığımda emeklerimin karşılığını aldığımı düşünerek keyiflenmiştim. Tepenin eteklerindeki ormanlık vadiye bakarken Butch’un kafasını okşadım, “Yeni bir eve taşınmak ister misin Butch?” diye sordum. Dili dışarıda kuyruğunu sallayarak bana baktı. “Bu sefer deniz kenarında bir ev olsun. Küçük bir tekne de alır ve şansımızı balık tutarak deneriz. Toprak ve ormanı kum ve deniz ile değiştirelim ha, ne dersin oğlum?” Butch kuyruğunu sallayarak iki kere havladı, gülümsemekten kendimi alamadım.





.fin



Nisan 09- İstanbul

15 Ağustos 2010

.panik anı, sol koluma yara bandı*

Gözlerimi kolumdaki serum yolundan kaldırıp, ‘Sen neyden buradasın hacı?’ diye soruyorum.



‘eroin.’



‘geçmiş olsun, işin zormuş.’



‘Sen?’



‘Boktan boktan şeyler işte… ama mazide kaldı hepsi.’



‘Sana da geçmiş olsun birader. O dün gelen kız, kız arkadaşın mıydı?’



‘Hayır, sanmıyorum. Bir arkadaşımdı.’



‘Bacım olsun, çok güzel kız.’



‘Eyvallah da kapatalım derin mevzuları...’



‘Selamın aleyküm babalar, napıyonuz?’



‘Çekirdek çitliyoruz moruk, başka napıcaz amına kodumun yerinde.’



‘İyidir iyidir çekirdek.’



‘Aleyküm selam kardeşim.”



‘Üst katta lavuğun biri krize bağlamış gene, yatağa bağlamışlar 2 saattir deli gibi bağırıyor. Altına sıçmış kamil…’



‘Eroin adamı sıçırtır, taşa düşen başa düşer, kokain parayı bitirir, alkol yuva yıkar, ottur günahı yoktur… başka ne vardı lan?’



‘ha ha ha! ne enteresan adamsın lan sen.’



‘beni geç de çekirdek çitle moruk.’



‘sen neyden yatıyorsun kardeşim?’



‘Tiner, ex, taş, kokain, alkol… Ne bulsam içiyordum ben. 19 senedir… bi eroine bulaşmadım şükür.’



‘kolundaki kesikler de sağlammış… dövmeler bile kapatmamış lan… Hayatımda böyle derin façalar görmedim valla.’



‘bunlar bişey değil, aha göğsümdekilere bak.’



‘vay anasını… maşallah… ben içeri kaçıyorum beyler, ilaç alıcam… görüşürüz…’



‘görüşürüz birader…’



‘oha amına koyim paramparça yapmışsın lan göğsünü. ne yaptın oğlum lan kendin kör bıçakla ameliyat mı ettin?’



‘yaptık işte Alican. Polisler zorladı kendimi doğradım, kız bastı gitti yine doğradım, kafayı güzel yaptım doğradım, kafam attı doğradım. Bunların çoğu bıçak izi… Neyse, al bi sigara yak.’



‘yok moruk, saol yeni attım. Ver ama amına koyim kulak arkası yapayım, uzatılan sigara geri çevrilmez.’



‘aynen.’



‘Ben de kollarımdaki X’leri faça sanıyodum… Serum aldın mı?’



‘yok amına koyim bana vermediler bugün. Biz belediyeden geliyoz ya kısıyolar ilacı.’



‘ibneler lan bunlar. hem ibneler hem de kapitalistler.’



‘napıcaksın birader, elimiz mahkum götümüz gardiyan, ne ilaç verseler yutuyoruz, vermeyince de yatıyoruz..’



‘olsun tedavi ediyolar sonuçta.’



‘evet, ediyolar.’



‘moruk sana ne zaman baksam Chopper filmindeki Eric Bana’yı hatırlıyorum lan.’



‘o kim lan?’



‘Kasap diye bi film. Orda da vardı senin gibi bi manyak bi lavuk tam arızaydı. O kendini doğramıyodu ama sikine göre cinayet işliyordu.’



‘benim kadar arıza olamaz birader, ayık ol.’



‘Ayığım kardeşim… Hem de hiç olmadığım kadar ayığım.’



Sonra kolumdaki serum deliğine bakıyorum…








*Sansar Salvo- Panik Anı ft. Fuat Ergin, Sadat X